BÖLÜM 13
Pazar demeden delice çalışmıştı Pamir ve ekibi. Ercan Ulus’a bir türlü ulaşamamışlardı. Hülya’nın soyadını öğrenmek için Begüm yeniden Hülya’nın evine gitmişti. Ama Hülya evinde yoktu. Pamir öteki cinayetlerle bağı olup olmadığını çözebilmek için, saatlerini masasında oturup, dört cinayet dosyasını inceleyerek geçirdi. Bir yandan da adli tıbba baskı yapıp durdu. Arcan’ın otopsi sonucunu en kısa zamanda elinde istiyordu. Tam Lale Dalı Cinayetlerinin içinde kaybolmuşken kapısı çaldı. Aslanoğlu ailesinin katline dair istediği ayrıntılar masasına kondu.
Koca taşı boğazından midesine indirmek için yutkundu, Pamir. Titreyen eli, masasındaki dosyaya uzandı. Kapağı kaldırdığı anda İhsan Aslanoğlu’nun yalanıyla yüz yüze geldi. Aykut evliydi. Dosyada, 21 kasım 1996 tarihli, Bursa-Osmangazi Belediyesinin evrakı yer alıyordu.
“Osmangazi Evlendirme Dairesi.
21.11.1996
Aykut ASLANOĞLU ile Nur PERİ.”
Masaya, dosyaya doğru eğildi Pamir. İsimlerin altındaki vesikalıklara baktı. Kadın’ın yüzü asıktı, uzun kızıl saçları vardı, beyaz teni.. Biraz daha yaklaştı. Alnındaki dikiş izini görünce sarsıldığını hissetti. Bu O’ydu. Artık emindi. Peri adındaki hayat kadını, kurabiye yapan Nurperi ve buzluktaki aynı kadındı. O, Aykut’un karısıydı.
Dosyayı kapattığı gibi ayaklandı. Cebindeki telefonunu eline alıp, Mithat’ı aradı.
“Tatilini böldüğümün farkındayım ama dün Aslanoğlu kardeşlerin dükkanlarına gitmiştiniz. Görüştünüz mü onlarla, öğrenmem gerekiyor?” daha Mithat alo der demez tek nefeste söyleyivermişti Pamir.
Mithat, Pamir’in sesini duyunca hemen emniyete gelebileceğini söyledi. Buna gerek yoktu. Sorunun cevabı ise umut vaat etmiyordu. Mithat, Aslanoğlu kardeşleri bulamamıştı. Üstelik evde de kapıyı açan olmamıştı.
Bu andan sonra Pamir için her şey daha fazla zorlaşacaktı. Öfkesi kontrol çıkmıştı. Ve yeniden, son kez İhsan’ın evine gitti. Fakat kapıyı alacaklı gibi çalmasına rağmen açan olmadı. Tüm mahalleli cama çıktı. Korku dolu gözlerle Pamir’i izledi. Tek cesur insan da laf edemedi.
“Ne bok karıştırıyorsan bulacağım, İhsan!” diye bağırdı eve doğru. “Seni de abilerini de bulacağım, mesleğimin üstüne yemin ederim, bulacağım!” deyip onu seyredenlere döndü. “Eğer ki bir şey bilip susanınız varsa, sizlerle de görüşeceğim,” dedikten sonra çekip gitti.
Olay mahalline…
Gecekondunun önünde, ağlayan Kerim’i görene dek, burnundan soludu Pamir. Kerim’in sokağı inleten gözyaşları, onu tuhaf bir biçimde sakinleştirdi.
Kaldırıma oturmuş, kollarını dizlerine sarmış, burnunu içine çeke çeke ağlıyordu. Hemen yanında onun yaşlarında bir kız vardı.
“Artık kurabiye yiyemeyeceksin diye ağlama,” dedi Küçük Kız.
Pamir kızın sesini duyar duymaz saklandı.
“Ben onun için ağlamıyorum,” dedi Kerim, titreyen sesi Pamir’in içini burkmuştu. Küçük kız arkadaşına neden ağladığını sorarak elini onun sırtına koydu. Kerim’in cevabı belliydi. Neden ağladığı da. Annesinin yalan söylediğini öğrenmişti. Onun küçücük kalbi, çok sevdiği Nurperi teyzesinin ölümüyle kırılmıştı. Üstelik annesi ona yalan söyledi diye, annesine feci şekilde kızgındı. Arkadaşı Dila’ya evdeki herkesin öldüğünü ve annelerinin yalancı olduğunu söylediğinde küçük kızın gözleri doluvermişti. Zira evin oğlu Oktay, Dila’nın ilk aşkıydı ve onun da annesi, Kerim’in annesi gibi yalan söylemişti. Anneler akıllarınca çocuklarını korumak istemişti, fakat bir yalanın koruma yöntemi olmadığını düşünememişlerdi. Her yalan bir gün mutlaka ortaya çıkar.
Dila, Oktay’ın öldüğünü duyduktan sonra hıçkırarak oturduğu yerden kalktı ve koşarak gözden uzaklaştı. Pamir onun gidişinin nedenini anladığında, kalbinin derinliklerinden bir ses duydu. Sanki bir yerde unuttuğu bir ilk aşkı vardı. Fulya’dan önce, unuttuğu çocukluğunda kalan…
Dila’nın gidişinin ardından saklandığı yerden çıkarak, sessizce Kerim’in yanına oturdu. Sadece iki küçük çocuğun anlayabileceği şekilde birbirleriyle bakıştılar, sanki aynı annenin büyüttüğü iki çocuktular.
En sonunda Pamir ellerini iki yana açarak, “Kayboldum,” dedi. Kerim bunu gerçek anlamda bir kayıp sanarak, “Evini bulamıyor musun?” diye sordu. Pamir bulamadığını söylediğinde, Kerim telefon etmesini önerdi. Fakat Pamir telefonda edemeyeceğini söyledi.
Eğer bir çocuktan yardım isterseniz ya da yardıma muhtaç olduğunuzu belirtirseniz, size en saf haliyle yardım edecektir. Kerim de Pamir’e onların telefonunu kullanabileceğini söylemişti. Annesini onların telefonuyla arayabilirdi.
Gerçek hiç bu kadar canını yakmamıştı. Gerçek, yedi yaşındaki bir çocuğun kaldıramayacağı kadar ağırdı. Peki ama Pamir’in çocukluğu nasıl mücadele etmişti, nasıl ezilmeden kaldırabilmişti? Pamir’in Başkomiser kimliği dahi gerçeğin altında eziliyordu.
Omuzlarını silkerek, “Annem yok ki benim,” dedi. Gerçek buydu. Bunu kabul ederek büyümüştü, annesi yoktu. Ama aslında gerçek bu değildi. Eğer gerçeği omuzlarında tutsaydı, bir böcek gibi ezilir ve yok olurdu.
Kerim gözlerini kocaman açarak sordu. “Yok mu? Kim doğurdu o zaman seni?”
Gayri ihtiyari güldü Pamir. “Adını, yüzünü hatırlayamadığım bir kadın doğurdu beni.” Doğruydu, Pamir ne adını hatırlıyordu, ne de yüzünü. Arada bir sesi çınlıyordu karanlıkta, annesine dair bildiği tek şey, o naif sesiydi.
Her şeye cevabı olan Kerim, sessizliği seçti. Bunun üstüne Pamir ona, “Az önce istemeden kulak misafiri oldum,” başıyla arkalarındaki evi işaret etti, “onların öldüğü söyledin. Bu doğru mu?” Kerim sessizce başını salladı. Pamir bir iç çekti. “Sanırım bu kurabiyeleri yapan Nurperi Teyzeyi çok seviyordun. Ben onu hiç tanımadım. Bana biraz ondan bahsetsene.”
“Nedenmiş?” diye çıkıştı küçük çocuk. “Eğer tanımanı isteseydi, sana kendini tanıtırdı.”
“Haklısın, ama bak, ne diyeceğim: Ölüler, onları anan insanların yanına gelirmiş. Ama biz yaşayanlar onları göremezmişiz. Ölmek, aslında görünmez olmak demek. Sen onun adını her andığında, O mutlaka yanına gelir. O seninle olur ama sen göremezsin.”
“Gerçekten mi? Şimdi onu konuşuyoruz diye burada mı?”
Pamir, “Elbette burada,” diye cevap verirken, içinden de keşke olsaydı ve tüm sorulara cevap verseydi diye düşündü.
Kerim bunu biraz düşündükten sonra anlatmaya kabul etti.
“Nurperi Teyze, dünyanın en mükemmel insanıydı. Sadece kurabiye yapmazdı, her türlü tatlı yapıyordu. Aslında hayali bir tatlı yeri açmakmış ama hiçbir zaman o kadar çok parası olmamış. Bu yüzden çok çok yapıp dağıtırdı. Başkaları yaptıklarını yiyor diye mutlu olurdu. Hiç kötülük düşünmezdi, iyi kalpliydi. Herkes mutlu olsun isterdi. Onu başka nasıl anlatırım bilmiyorum.”
“Saçları nasıldı? Ne renkti? Ya gözleri?”
“O gördüğüm en güzel insandı,” iç çekti Kerim. “Saçları uzundu, dümdüzdü, arada kıvırcık oluyordu ama onu kendi yapardı. Böyle değişik, sıcak bir makineyle kıvırcık yapıyordu.”
Gülümsedi Pamir, nedeni Kerim’in yüz ifadesi miydi, yoksa başka bir şey mi bilmeden, yalnızca gülümsedi.
“Rengi kırmızıydı.”
“Yani kızıl mı?”
“Kızıl mı,” alt dudağını dışa doğru sarkıttı Kerim. “Kırmızı işte.”
“Gözleri ne renkti?”
“Mavi,” dedi sırıtarak. “Dünyadaki en güzel mavi onun gözlerindeydi.”
“Teni nasıldı? Beyaz mıydı?”
“Evet, aynı şeker gibi bembeyaz.”
“Peki, son soru: Alnında dikiş izi var mıydı?” diye sorarken kalbi gümbürdeyerek çarptı.
Şaşkınca baktı Kerim. “Bunu nereden biliyorsun?”
“Bana onun kurabiyesini tavsiye eden arkadaşım söylemişti. Ama gerçek olup olmadığını bilmiyordu.”
“Vardı. Bir keresinde sormuştum, ‘ne oldu alnına’ demiştim. Küçükken düştüğünü ve o zaman dikildiğini söylemişti. Bana ‘çok dikkatli ol’ demişti. Dikilirken çok acıyormuş. ‘Hala acıyor mu’ diye sordum. Güldü ve artık acımadığını söyledi. Ama yine de dikkat et dedi. Öyle izler hiçbir zaman geçmezmiş.” Etrafa bakındı. “Şimdi burada mı?”
“Evet, burada ve eminim seninle gurur duyuyor.”
“Eğilsene kulağına bir şey söyleyeceğim,” diye fısıldadı. Gülümseyerek eğildi Pamir, kulağını Kerim’in dudağına dayadı. “Her gece, onun annem olması için dua ederdim.”
“Bunu niye kulağıma söyledin?”
“Çünkü, bir kere bunu ona dedim ve çok üzüldü. Annem duyarsa, her gece ağlarmış. ‘Anneler için çocukları çok değerli’ dedi. ‘Sakın bir daha bunu dile getirme’ dedi. Şimdi bunları sesli söylersem duyar ve yine üzülür.”
Gökyüzüne baktı Pamir, hava kararmıştı. “Sanırım annen merak etmeden gitmelisin.
Başını sallayarak ayağa kalktı Kerim, tam gidecekken geri döndü. “Kaybolmuştun, yolu bulabilecek misin?”
“Bir şekilde bulurum.”
Güldü. “Adın neydi?”
“Pamir,” diyerek elini uzattı. El sıkıştıktan sonra koşarak evine girdi Kerim. Pamir bir süre daha orada oturdu. Kalkamamıştı. Yine duyuyordu, beyninin içinde küçük bir oğlan çocuğu konuşuyordu.
“Ta-mi-r.. Ta-mir-han… Ta-mir-ha-ne, tamirhane! Oldu anne, okudum işte! Orada tamirhane yazıyor, bak!”
“Bırak her gördüğünü okumaya çalışmayı, daha okula bile gitmedin. Orada öğretirler. Yürü!”
“Ben okula gitmeyeceğim!”
“O da nereden çıktı?”
“Hemen okumayı yazmayı öğrenip çalışacağım. Sen de o zaman çalışmak zorunda kalmayacaksın.”
“Oğlum…”
İç çekerek sustu kadın. Gençti, güzeldi, zehir gibi aklı olan ufak oğlundan başka kimsesi yoktu. Ama kederini, kelimelerine vuramayacak kadar yorgundu.
“Neden sustun anne? Bir şey söyleyecek gibiydin.”
“Geç kalıyoruz, okumayı bırak da yürü.”
Küçük Pamir omuzlarını havaya kaldırıp yürümeye devam etti. Eli annesinin avucunda kaybolmuştu. Annesi ‘okumadan yürü’ demişti ama tutamıyordu kendini, gördüğü her yazıyı okumaya çalışıyordu. Henüz beş yaşındaydı.
“Kı-z, kız! Me-s.. Mes-le.. Mes-lek! Meslek! L-i-s..” durup kafasını kaşıdı, tam annesi çekecekti ki, yürümeye devam etti. “Li-se..” diyorken birine çarptı. Afallayarak durup başını kaldırdı.
“Af edersin,” dedi kulağa hoş gelen, ince bir ses.
Sesin geldiği yüze bakınca, annesinin elinde olan eli kaydı, Küçük Pamir’in. Boğazının gıdıklandığını hissetti.
“İyi misin?” diyerek eğildi, sesin sahibi. İnce belli, beyaz gömlekli, siyah etekli bir kızdı. Beline kadar uzanıyordu siyah – kıvırcık saçları, sürmeli gibi duran kalın kirpikleri neredeyse kaşlarına ulaşacaktı. Gecenin karanlığından daha siyahtı gözleri. Elinde birkaç kitapla, Pamir’in bakışları hizasına çömeldi.
Pamir’in annesi durup, gözlerini oğlunun şaşkın suratına dikmişti.
“Hey, yakışıklı! İyi misin?” gülümsedi kız, yanaklarında çukur oluştu. Bunu gören Pamir de gülümseyip, rasgele başını salladı.
“Birden önüme çıktın, seni fark etmedim, kusura bakma.”
Konuşurken gülümseyen birini ilk defa görüyordu Küçük Pamir. Daha önceleri sadece, gece annesini beklerken hızlı atan kalbi, şimdi ilk defa gündüz vakti bir kıza bakarken hızlı atıyordu. Şaşırmış, neye uğradığını bilememişti.
“Asıl ben çarptım,” diyebildi nihayetinde.
“Olur mu öyle şey, görmeyen bendim.”
İkisi sohbete dalacaklardı ki annesi seslendi.
“Geç kalıyoruz!”
Hemen toparlandı Küçük Pamir. “Gitmeliyim, annem bekliyor.”
“Pekala,” diyerek ayağa kalktı kız. “Belki yine karşılaşırız.”
“Belki,” deyip omuz silkti Küçük Pamir ve annesine doğru koştu.
Derin bir nefes aldı Pamir. Çocukluğunun, annesinin ve ince sesli bir kızın sesini duymuştu beyninin içinde. Görüntü yine yoktu.
Pamir eve geldiğinde külçe gibiydi. Fulya’yla kısa bir sohbet ettikten sonra özür dileyerek yatağa girdi. Fulya ayağı nedeniyle bugünkü çekimini iptal etmiş ve bilgisayarında fotoğraf shoplama işini yapmıştı. Pamir erkenden yatınca, biraz daha çalışıp televizyon izledi. Pamir’in son günlerdeki hali gözünden kaçmıyordu. Ama onu bunaltıp, uzaklaştırmak istemediği için geride kalıyordu. Yine de kocasına destek olamadığı için üzgündü.
Güneş’in ilk ışıkları Pamir’i uyandırırken, komodinin üstündeki şeyi parlatıyordu. Pamir gözlerini kısarak doğruldu. Yatakta tek başınaydı, üstelik yatağın sağ tarafı hiç bozulmamıştı. Fulya yatağa hiç gelmemişti. Başını elleri arasına alarak sıktı. Güneş’in parlattığı şey gözünü kamaştırıyordu. Kafasını kaldırıp komodinin üstünde parlayan şeye baktı. Damla şeklinde bir kolyeydi. Pırlanta olmalıydı. Fulya’nın böyle bir kolyesi var mıydı hatırlayamadı Pamir. Yataktan kalkarak komodinin önüne geldi. Kolyeyi eline alıp inceledi. Fulya’nın sayısız takısı vardı. Muhtemelen bu kolyeyi daha önce görmüştü. Kolyenin arkasını çevirdiğinde şakağı zonkladı. Kolyenin arkasında “ULUS” yazıyordu. “Ercan Ulus,” diye mırıldandı Pamir. Bir anda tüyleri ürperdi. Hızla komodinin çekmecesini açtı. Gözünün alabildiği her takı, Ulus Mücevherat markasına aitti.
O an birden hatırladı. Dün neden bu ismin tanıdık geldiğini…
Ercan Ulus, kayınpederi Tugay Beyin yakın dostuydu. Hatta Arcan, Fulya’nın arkadaşıydı ve Pamir onlarla düğünlerinde tanışmıştı.
Elleri yüzünde daireler çizdi. Başı zonklamaya başlamıştı. Yavaşça yatağa oturdu.
Fulya’nın uykulu sesi kapıdan gelene dek öylece oturdu. “Günaydın,” demişti Fulya. Başını kaldırıp kapıda duran karısına baktı. Üstünde yeşil renk geceliği vardı Fulya’nın, yeşil ona çok yakışırdı. “İyi misin?” diyerek Pamir’in yanına geldi. “Hasta mı oluyorsun?” önünde diz çöktü, Pamir’in iki bacağı arasında.
Başını iki yana salladı Pamir. “Ulus ailesiyle hala görüşüyor musunuz?” sorusunu anlayamadı Fulya. Bunun üstüne soruyu daha net sordu Pamir.
“Elbette görüşüyoruz. Ama ben onları en son ne zaman gördüm hatırlamıyorum. Biliyorsun işlerim çok yoğun. Neden sordun?”
Fulya’nın yüzünü avuçlarının arasına aldı. “Ağlamak yok tamam mı?” diye mırıldandı. Bir yandan Ulus ailesinin, karısıyla bu kadar yakın bir geçmişi olduğunun rahatsızlığını duyuyor; bir yandan da karısını uzun zamandır yeşille görmediğini düşünüyordu.
“Neden ağlayacakmışım?”
“Ağlamayacaksın işte, tamam mı?”
“Neler oluyor Pamir?”
Ciğerlerini titreterek iç çekti Pamir. “Dün bulduğumuz ceset,” gözlerini, karısının kahverengi gözlerine dikti. “Arcan’a aitti,” dedi. Yüzündeki ellerini çekip, karısını omuzlarından tuttu ve yanına indi. Kollarına aldı onu, kalbine doğru bastırdı.
“Öldürülmüş mü?”
Sıkıntıyla başını salladı Pamir.
“Kim yapmış? Kim öldürmüş Arcan’ı? O…” ağlayacak gibi olup durakladı. “O iyi biriydi, kim ne istemiş Pamir, ondan?”
“Bilmiyorum Hayatım ama bulacağım. Sana söz veriyorum, bulacağım.”
“Annesi perişan olmuştur.”
“Aslına bakarsan,” sustu, zanlının, babası olabileceğini dememeliydi Pamir. Fakat Fulya merakla ona bakınca, “Henüz ailesi bilmiyor. Onlar şehir dışına gitmiş. Ulaşamadık,” diye açıklama yaptı.
Fulya geri çekilerek, kendinden emin bir şekilde, “Ben onlara ulaşırım,” deyince Pamir aniden tepki verdi.
“Arcan’ın dosyasının bende olduğunu bilmesinler. Ne onlar, ne sizinkiler.” Fulya nedenini bilmek istercesine bakınca, Pamir bir an ne diyeceğini düşünüp prosedür diye saçmaladı. Karısının ne kadar ısrarcı olduğunu unutmuş olmalıydı.
“Ama tanıdık birinin, katilini aradığını bilirlerse içleri rahat eder. Hem zaten seni tanıyacaklardır.”
“Beni sadece düğünde gördüler. Beş yıl geçti.”
“Yine de tanırlar.”
Derin bir iç çekerek Fulya’nın gözlerine baktı Pamir. Sonra yüzünü avuçlarına alıp, alnını öptü. “Lütfen söz dinle,” diye fısıldadı. Fulya inadını kırıp başını olumlu anlamda sallamakla yetinerek Pamir’e yaklaştı, gözlerini yumdu ve başını onun göğsüne yasladı.
“Arcan’ı severdim,” diye mırıldanıp gözaltına dolan yaşların kirpiğine ulaşmasına izin verdi. Pamir de şefkatle onu sardı.
CELLAT
Gözkapaklarını araladığında, gecenin orta yerindeydi Cellat. Başı ağrıyordu. İçini acıtan havayı zorla ciğerlerine doldurdu. Yattığı yerden doğrulmaya çalıştı. Bacakları titriyordu. Yerden destek alıp oturdu. Ayak bileğine kadar uzanan eteğini yavaşça sıyırdı. Bacakları alev alevdi. İçinden sıcak bir su akıyordu. Eteğini tepeye kadar çektiğinde bacak arasındaki kanı gördü.
Dişlerini sıkarak, eteğini kuvvetlice bastırdı. Yüzüne düşen saçlarını toparladı, bluzun ensesinden içine soktu. Elleri yeniden bacak arasına gitti. Ağrısı vardı, içi yansa bile üşüyordu. Ağlamak istiyordu. Bir iki gün önce koca aileyi katletmişti ama şuan savunmasızdı. Çünkü, Aslanoğlu ailesinin Cellat’ı: İncecik, beyaz fiziği; uzun, kızıl saçları, koyu mavi gözleri olan bir kadındı!
İlk defa bacaklarının arasından kan geldiğinde kendi evinde değildi. Yine bir gecenin ortasıydı. Yataktan belden aşağısı ıslak bir şekilde fırlamış, kanı görünce korkudan ağlamıştı. Kimse ona günün birinde, belden aşağısının kana bulanacağını söylememişti. Yatağa oturdu, etrafa baka baka ağladı. Bir süre sonra kapı aralandı.
Koca ağızlı heriften ilk defa o gece korkmuştu. “İyi misin?” derken, iyi niyetli olmadığını küçük aklıyla dahi anlamıştı.
Kanı görmesin diye örtüyle kapattı. “Sadece korktum,” demeye çalıştı. Ama O herif, genç kızlığa yeni adım atan Cellat’a yanaştı. Yavaşça örtüyü kaldırdı. Kanı görünce güldü.
“Demek genç ve güzel bir bayan oldun,” dedi.
Genç kız anlamamıştı. Korkuyordu. “Ben yapmadım, kendi oldu,” gibilerinden bir şey diyerek kendini savunmaya çalıştı.
Adamın o kadar büyük eli vardı ki, kızın saçını okşadığında, başının ezildiğini sandı.
“Korkma, bu kötü bir şey değil, artık genç bir kız oldun,” dedikten sonra odadan çıktı. İki dakika sonra elinde kare bir bezle geri döndü. “Bunu kullan,” diyerek kıza verdi ve sonra gitti.
Ertesi sabah, genç kız utanç içinde evine dönmüştü. Bir daha o koca ağızlı herifin yüzüne bakmak istemiyordu. Çok utanıyordu. Ama tam bir ay sonra, yine bir gece ortasında, genç kızlığını, çocukluğunun yanına gömdü.
Farkında olmadan bastırdığı eteği tamamen kan içinde kalmıştı. Gerçi tüm üstü kana bulanıktı, ne fark ederdi ki…
Derin bir nefes almaya çalıştı. O günün intikamı da, öteki günlerinki gibi alınmıştı. O ailenin hepsini öldürmüştü. Gülümsemeye çalıştı Cellat. Yapmıştı. Bitirmişti. Ona acı çektiren herkesin sonu olmuştu. Geriye bir kişi kalmıştı. Hala aldığı nefesleri onun için saklıyordu. Onun da sonu olduktan sonra def olup gidecekti. Dünyaya gözlerini açtığında her yeri kanlıydı, ölürken de öyle olacaktı.
1 Comment
Gerçek suçlu öldüren mi öldürülenler mi ? her olayın ardından bunun cevabını düşünürüm. İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları yüzünden kendi cellatlarını yetiştirirler çoğu zaman. İşte bu hikayede ki de öyle birşey. Masum bir insanı hatta bir kadını zorla kendi arzuları istekleri için cellata dönüştürenlerin hazin sonu. Nasıl bir sonuca ulaşıcaz merakla bekliyorum. Olay kurgu çok iyi ilerliyo.