CİNAYET TOHUMU / Bölüm 14

BÖLÜM 14

  Pamir emniyete gelir gelmez adli tıbbı aradı. Aslanoğlu ailesinin hala orada olup olmadığını sordu. Hepsi morgda duruyordu. Onları kimse almamıştı.

“Buzluktan çıkan kadının Nurperi Aslanoğlu olma ihtimali var. Onu derhal otopsiye alın. Hakkında bulabileceğiniz en ufak hastalığa kadar istiyorum,” dedi. Ses tonu oldukça sertti.

“Buna yetkimiz yok, Başkomiserim.”

“Herhangi bir sorun olursa adımı ver. Sicilime işlenecekler umurumda değil. O otopsi bugün yapılacak!” deyip ekledi, “Ve eğer cesetleri almaya gelen olursa, verme!” dedikten sonra telefonu kapattı. 

 Orhan gelir gelmez, Arcan Ulus dosyasının yetkisini ona verdi, Pamir. “Ercan Ulus yerin dibinde bile olsa onu bulacaksın,” dedi.

 Mithat’ı, Arcan’ın ölmeden önce gittiği inşaata; Begüm’ü Hülya’nın evine yolladı. Başar’ı da, Arcan ve Hülya’nın beraber çalıştıkları yurtları araştırıp, onlara bakmasıyla görevlendirdi. Son olarak da İnci’nin masasına araştıracağı bir isim listesi koydu ve Sedat Amirin odasına girdi. Kasap olan Aslanoğlu kardeşlerin evine ve dükkanlarına ekip göndermek için izin istedi. Onlara verdikleri müsemmayı fazlasıyla kötüye kullanmışlardı.

 Pamir tam odadan çıkacaktı ki, Sedat Amirin odasının telefonu çaldı. Eliyle, Pamir’e kalmasını işaret etti. Kapıya uzanan kolunu aşağı indirip bekledi Pamir.

 Sedat Amir telefonu kulağı ve omzu arasına sıkıştırıp, eline bir kalem aldı. “Nerde dediniz?” Masasındaki beyaz not kağıdına bir şeyler karalamaya başladı. “Anladım. – Bir kadın. – Eminsiniz yani, aynı olay?” duraklayarak ve sürekli başını sallayarak konuşuyordu. “Demek Pamir Başkomiserin kesin talimatı varmış,” derken kaşını kaldırarak Pamir’e baktı. “Anladım anladım. Ben kendisini olay yerine gönderiyorum. Siz, Pamir gelene kadar hiçbir şeye dokunmayın.” Telefonu kapattı ve Pamir’e baktı. “Anlaşılan taktik değişti,” dedi.

“Ne olmuş, Amirim?”

“Bir maktul daha, Pamir. Bir önceki, dün sabah bulunmuştu değil mi?”

 Başını salladı Pamir. “Arcan Ulus, tüm ekibi onun dosyası için dağıttım.”

“Ulus,” diye tekrarladı Sedat Amir. “Nerden tanıyorum bu ismi?” diyerek mırıldandı kendi kendine.

“Ulus Mücevherat olabilir mi, Amirim?”

 Sessizce Pamir’e baktı Sedat Amir.

 Pamir, “Arcan’ın babası Ercan Ulus, Ulus Mücevherat’ın sahibi,” diye ekledi.

“Kuyumcu dükkanları var mı bunların?”

“Hem de yüz kadar.”

 Derin bir iç çekti Sedat Amir. “Bizim kızın düğününde tüm takıları onlardan almıştık,” bir an anıların içine dalıp, geri çıktı. “Her neyse, demek dördüncü maktul kimsesiz değildi.”

“Evet ama yetiştirme yurtlarına pantomimci olarak gidiyormuş. Üstelik kız arkadaşından dolayı babası evlatlıktan reddetmiş.”

“Reddedildiğine göre kısmen kimsesiz. Ailesinin haberi var mı?”

“Henüz ailesine ulaşamadık. Orhan’ı ailesini bulması için görevlendirdim,” bir saniyeliğine durakladı. “Arcan’ın dosyası sanırım ötekilerden biraz daha farklı. Beşinci maktule bakmaya gitmeden size dosyasını veririm.”

“Ah evet, beşinci,” deyip masasındaki kağıdı Pamir’e uzattı. “Bir kadın, Çamlıca tepesinde.”

“Arcan’ın cesedi de karşıdaydı, fakat önceki üç kurban bu yakadaydı. Amirim, sanırım sonraki kurban da karşıda olacak. Hatta bu gece. Ve zanlı, hep ormanlık alanları tercih ediyor. Bu gece, Anadolu yakasındaki tüm ormanlık alanlara ekip yerleştirebilir miyiz?”

Bir iki saniye düşündü Sedat Amir. “Yapabiliriz. Alemdağ Ormanı ve Çamlıca Tepesi hariç geri kalan tüm yerlere ekip koyalım.”

“İlk önce bizi dağıtın Amirim, ikişerli olarak bizim ekibi koyarak başlayın,” dedikten sonra müsaade isteyerek odadan çıktı.

  Çamlıca tepesinde laleler yeni yeni açıyordu. Ağaçların arasında, henüz lalesi patlamamış dalların içine saklanmıştı beşinci kurban. Esmer, iri yapılı bir kadındı. Yüz hattına bakılırsa otuzun üstündeydi. Sağ bileğinde, diğer kurbanlarda da olduğu gibi beyaz lale vardı. Fakat solda ki..

 Gözlerini kısıp laleye eğildi Pamir, “Kahverengi mi bu?” diye sordu karşısındaki polise. “Kahverengi lale olduğunu duymamıştım.”

 Evet, maktulün sol bileğindeki lale, kahverengiydi. Başını iki yana sallayıp gözucuyla maktulü süzdü.

 Maktulün üstünde siyah bir mont vardı, fermuarı kopmuş. İçindeki pembe kazağın yakası sökülmüştü. Altındaki kahverengi uzun eteği dizine kadar sıyrılmıştı. Külotlu çorabının diz kapağı olduğu gibi yırtıktı. Saçları omuzlarına anca ulaşıyordu, siyahtı ve boynunda, muhtemelen başında olması gereken kahverengi bir şal vardı. Şala uzandı Pamir, dikkatlice boynundan çekip çıkardı ve şalı maktulün saçlarını örtecek şekilde başına koydu. Ardından dizine sıyrılan eteği, bileklerine kadar kapattı. İçi ürpermişti Pamir’in. Geçen gün hatırladıkları gelmişti aklına, Çocukluğu apartmanda otururken, gelen karşı komşusu, Birgül.. Onun da başında, maktulünkine benzeyen bir örtü vardı. Saçları örtünün altına gizlenmişti. Ansızın gözleri dolacak oldu. Neyse ki, o sırada inceleme ekibinin genç polisi, solunda kalan yolu işaret etti.

“Başkomiserim,” yol boyu toprak döküntüleri vardı. “Sürüklenmiş olduğunu düşünüyoruz.”

 Gelişi güzel başını salladı Pamir, gözleri kadının yüz ifadesine geri döndü. Geniş bir suratı vardı. Gözleri ve dudakları oldukça büyüktü. Eğildi. Alt dudağının yarık olduğunu gördü.

 “Başkomiser Pamir Dinçer, siz misiniz?” diyen genç adamın sesiyle, bakışlarını tepeye kaldırdı. En fazla otuzunda olan, aynı Orhan gibi takım elbise giymiş, kumral bir adamdı karşısındaki.

“Evet, ya siz?” istifini bozmadı Pamir. Karşısındaki adam heyecanla ona elini uzattı.

“Üsküdar emniyetinden Komiser Semih Tutaç.”

 Adamın eli havada kalmasın diye sağ elindeki eldiveni çıkarıp elini sıktı, Pamir.

“Ah Başkomiserim, sizinle tanışmak bir şeref!”

 Başını sallamakla yetindi. “Amirimi arayan sizdiniz o halde?”

“Evet evet, ben aradım,” dedi Semih. “Namınızı duymayan komiser var mı, Başkomiserim? Siz bir cinayette kesin talimat veriyorsanız, bu tüm komiserlerin kulağına gider. Lale Dalı Cinayetleri şu ara basına taşınmadan, gündeme gelen bir dosya. Hepimiz pür dikkat sizin gidişatınızı izliyoruz. O yüzden sizin burada olmanızın daha doğru olduğunu düşündüm.” Aniden susup kızardı. “Bir de,” diye geveledi, bakışlarını yere indirdi. “Sizinle tanışıp, aynı dosyanın içinde olmayı çok istemiştim.”

 Yavaşça ayağa kalktı Pamir. “Aradığın için sağ ol ama ben sadece ekibimle çalışırım.”

  Semih mesleğe başladığından beri Pamir’e büyük bir hayranlık duyuyordu. Kendine onu örnek almıştı ve en büyük hayali onunla çalışmaktı. Şimdi ise son derece kaba bir şekilde reddedilmişti. Yutkundu. Belli etmek istemeden konuya girdi.

“Maktulü, belediye işçisi etrafı süpürürken bulmuş, Başkomiserim. Yaşlı bir adamcağız. Konuştuk biz. Bildiği hiçbir şey yok. Görür görmez hemen polisi aramış. Onun haricinde, maktulün üstünden kimlik çıkmadı. Fakat tepedeki tesiste çalışan bir garson, maktulü tanıyor olabileceğini öne sürdü. Maktulün hemen her gün, yanında genç kızlarla buraya gelip, manzara eşliğinde kitap okuduklarını söyledi. Arkadaşlarımız güvenlik kameralarını inceliyor. Dün geceye dair bir şeyler bulamazsak bile, garsonun tahmin ettiği kişi olup olmadığına bakacağız.”

 Çenesini kaşıyarak başını salladı Pamir ve inceleme ekibine döndü. “Laleler konusunda titiz olun,” dedi, kadının bileklerini işaret ederek. Yeniden Semih’e dönmüştü ki, telefonu çaldı. Cebindeki telefonu çıkardı, kaşlarını çatarak cevapla tuşuna bastı. “Seni dinliyorum, Begüm?”

“Başkomiserim, özür dilerim rahatsız ediyorum ama önemli.”

“Nedir?”

“Hülya’nın evi Başkomiserim, boş. Kadın gitmiş.”

“Nasıl boş? Kapıda iki polis olacaktı. Onlar görmemiş mi giderken?”

“Bilmiyorum Başkomiserim. Kapıda kimse yoktu.”

“Eve girebildin mi?”

“Evet Başkomiserim, çilingir çağırdım. Evde bir çöp bile kalmamış.”

“İnci’ye Hülya’yı araştırmasını söylemiştim. Onu ara bir şey bulabilmiş mi bir bak. Sonra da Orhan’ı ara, Ercan Ulus’a ulaşmaya çalışacaktı. Anadolu yakasındaysa onun yanına geç. Değilse söyle Başar’a seni alsın. O da o taraflarda olacak.”

 Telefonu kapatınca birkaç saniye ekrandaki “Begüm” yazısına baktı. Begüm’le Başar’ın birbiri için yaratılmış olduğunu düşünüyordu. Belki de bu düşünceye onu iten, Başar’ın Begüm’e olan bakışlarıydı. İkisine de sert davrandığını biliyordu. Fakat ekibindeki herkesi severdi. Pamir sevgisini canım – cicim gösteremezdi. Bazen karısına bile sert davrandığı oluyordu. O böyle bir adamdı, duvar kadar soğuk, kaya kadar sert.

 Telefonu cebine koyup, Semih’e döndü. “Şu kayıtların olduğu yere gidelim.”

  Bomboş eve bakıp ürktüğünü hissetti, Begüm. Birkaç dakika duvarlara baktı. Gayri ihtiyarı kollarını sıvazladı. Orhan meşgule atmıştı aramayı. Daha fazla oyalanmadan Başar’ı aradı. Başar’ın, “Alo?” demesi bile, Begüm’ün içindeki ürpertiyi dağıttı. Başar ona güven veriyordu. Oyalanmadan konuya girdi. Başar onun sesinden işlerin yolunda gitmediğini hemen anlamıştı. Adresi isteyerek yola koyuldu.  

  Başar’ın yurtlardaki görüşmesi olumsuzdu. Hiçbir şey elde edememişti. Anadolu yakasına Mithat’la beraber geçmişlerdi ve Mithat, arabayı Başar’a bırakıp yoluna devam etmişti.

  Başar’ın, Hülya’nın evine varması yarım saatini aldı. Begüm kapıyı açtığında gözleri kıpkırmızıydı. Karşısında Başar’ı görür görmez boynuna atıldı. “Beni çıkar buradan,” diye mırıldandı Begüm ama yürümeye takati yoktu.

 Göz göze geldiler ve beklemeksizin kucağına aldı Begüm’ü. Karşı koymayı bırakın, sesini bile çıkartmamıştı Begüm. Korkudan tüm kanı çekilmişti.

 Yavaşça oturttu arabaya Begüm’ü. Emniyet kemerini çekti. Takacağı sıra aralarında olan tuhaf hava, ikisinin de nefesini kesti. Fakat bu iki aşık, birbirlerine açılamayacak kadar utangaçtı. Begüm’ün kemerini takınca, yanına, şoför koltuğuna geçti Başar. Vitesin yanındaki su şişesinin kapağını açıp Begüm’e uzattı.

 Şişe yeniden eski yerine dönünce çalıştırdı arabayı. “İlerde çay içebileceğimiz bir yer gördüm. Oturalım biraz.”

  Çayları masaya konana dek ikisi de konuşmamıştı. Başar, “Anlatmak ister misin?” diye sordu.

 Parmaklarını çay bardağına dolayıp, çayın içindeki çöplere baktı Begüm. Hayat hikayesini, yaşadığı travmayı Başar’a anlatabilir miydi? Düşündü. Bunu yapmak istiyor muydu? Onunla paylaşırsa, biraz olsun rahatlar mıydı? Gerçekleri içinde tuttukça, baş edemez bir hal alıyordu korkuları. Bugün ağlayacak kadar korktuysa, yarın nefes alamaz hale gelebilirdi. Öyleyse anlatacaktı. Bakışlarını çayın çöpünden kaldırıp, Başar’ın gözlerine yöneltti. “İstanbul’a sadece okumak için gelmedim,” diye başladı.

 Begüm’ün normal sayılabilecek çocukluğu, o on bir yaşındayken değişmişti. Babası hem alkole hem kumar batağına saplanmış, annesi iş hayatına atılmak zorunda kalmıştı. Kısa süre içinde evde hiçbir huzur ve mutluluk kalmamış, Begüm unutulmuştu. Öyle ki, bir yıl sonra annesi evi terk edip gittiğinde Begüm’ü gerçek anlamda da unutmuştu. Koltukta ağzından salyalar akarak uyuyan babasıyla evde gece vakti bir başına kalmıştı. Birkaç gün sonra annesi dönüp, onu unuttuğunu söyleyerek özür dilemiş olsa da Begüm onu hiçbir zaman affetmedi. Ve annesiyle de gitmedi. Babası içiyordu, eve para getirmiyordu ama onu unutup gitmiyordu.

 Bir gün okul çıkışı eve geldiğinde ev bomboştu. Gündüz icra gelmiş ve tüm eşyayı toplayıp götürmüştü. Ama Begüm icranın ne demek olduğunu bile bilecek yaşta değildi. Anahtarıyla kapıyı açtığında, karşılaştığı boş ev tüylerini ürpertmiş, evin soyulduğunu düşündürmüştü. Yavaşça eve girmiş, sırtındaki çantasını çıkarıp eline almıştı. Tam babasının yatak odasına varmak üzereydi ki, birinin düştüğünü duydu. Ses odadan gelmişti. Odaya girmekle, evden gitmek arasında tereddütlüydü ki, sokak kapısı gürültüyle örtüldü. Hızla arkasını döndüğünde daha önce hiç görmediği bir adamla karşılaştı. Adam Begüm’ün üstüne yürürken sırıtıyor ve onu korkutuyordu. Begüm’ün attığı çığlık, adamın sırıtışını kahkahaya döndürmüştü.

 O sırada yatak odasının kapısı açıldı ve babası yüzü gözü kan içinde, devrile devrile yürüyerek kendini kızının önüne siper etti. Babasına neler olduğunu soramadan, odadan iki adam daha çıktı. Babası anlaşılmayan ses tonuyla adamlara kızının gitmesi için yalvarıyordu ki, içlerinden biri ona vururken, ötekisi Begüm’ü tuttuğu gibi kucakladı. Küçük kız, iri adamın kucağında çırpınırken diğer ikisi acımasızca babasını dövmeye devam etti.

 O an Begüm çırpınmanın anlamsız olduğunu anladı. Ve yerde parlayan sivri şeyi gördü. Bu bir çakıydı. Çırpınmayı bırakıp, onu tutan adamın elini ısırdı. Adam gayri ihtiyarı sıçrarken, Begüm kolları arasında sıvışıp yere düştü ve hızlı bir şekilde yerdeki çakıyı aldı. O an tek düşündüğü babasının canlı kalmasıydı. Bu yüzden hiç düşünmeden, babasının üstündeki adamlardan birinin sırtına çakıyı soktu. Adam can havliyle bağırarak doğrulup Begüm’e vurdu. Çakı onu öldürmemiş, aksine öfkesine öfke katmıştı. Küçücük kızın ona çakı saplaması gururunu incitmiş olacak ki, adamlardan birine gözüyle emir verdi. Emri alan, Begüm’ü yere yatırıp, onu bacakları arasına aldı. Belinden kendi çakısını çıkarıp Begüm’e göstererek sırıttı.

 Adam Begüm’ün önlüğünün yaka kısmını tutarak çakıyla önlüğünü kesti ve küçük kız yarı çıplak kalana kadar durmadı. Begüm ağlıyor, yalvarıyor, özürler diliyordu. Babasına ise ona yapılanları izletiyorlardı. Zavallı adamın bağıracak takati dahi kalmamıştı.

 Begüm’ün göbeğinden yukarısı çıplak kalınca, çakının sivri yerine batmaksızın vücudunda gezindi. Sonra hafif hafif battığını hissetti. Çok geçmeden karnıyla göğsü arasındaki bölümde kanla yazılmış bir rakam belirdi. Bu rakam babasının, bu adamlara olan borcuydu.

 Sırtında çakı olan adam, evi terk etmeden önce, babasının saçından tutarak Begüm’ün üstüne sürükledi. Rakamı iyi görsün diye iyice yaklaştırdıktan sonra karın boşluğuna var gücüyle tekme atarak onu kızının hemen yanına bıraktı. Begüm babasının ağzından nerdeyse bir bardak dolusu kan boşaldığını görünce dehşete kapılmıştı. Adam onu bırakıp kalktığında ölmüş olmayı istedi. Ama yaşıyordu. Fakat ayağa kalkamadan olduğu yerde bayıldı.

Başar duydukları karşısında nasıl tepki vereceğini bilemeden, dehşet içinde dinliyordu. Sevdiği kızın vücudunda çakıyla kazınmış bir rakam olması umurunda değildi, umurunda olan tek şey o heriflerin nerede olduğuydu.

Begüm gözyaşlarını tutamayarak ellerini yüzüne kapatınca, Başar olduğu yerden kalkıp Begüm’ü kollarına aldı. Saçına bir öpücük kondurarak, “Yanındayım,” diye fısıldadı.

O günün ardından küçük Begüm gözlerini hastane odasında açmıştı. Oraya nasıl geldiğini bilmiyordu. O da babası da hayattaydı ve günlerce hastanede kalmışlardı. Sonrasında da anneannesi onu yanına almıştı. Torununu ne annesine, ne babasına vermişti. Begüm o günden sonra tekrar o adam gelir diye hep korkmuş, ilk fırsatta da İstanbul’a gelmişti. Aslında istediği şey üniversite değil, kaçmaktı. Ama her banyo yaptığında ya da evde tek kaldığında… Vücudunu ve ruhunun derinliklerini herkesten saklamıştı. Her daim.. Bugün ilk kez Başar’a anlatmıştı.

Başını Başar’ın göğsünden kaldırdığında, dudaklarının Başar’ın dudaklarıyla kapanıverdi. Başar bunu nasıl yaptığını dahi anlamamıştı. Olmuştu işte, Begüm ona baktığında onu öpüvermişti.

Başar geri çekildiğinde, ikisi de kıpkırmızıydı. Birkaç dakika şaşkınca birbirlerine baktılar. Sonra, özür dileyecek gibi oldu Başar, tam dudaklarını aralamıştı söylemek için, telefonu çalmıştı. Adeta, sus der gibi.

Ayağa fırladı gibi pantolonunun arka cebindeki telefonu çıkardı. Arayan Pamir’di. Begüm’le olup olmadığını sordu. Ve hemen vereceği adrese gelmelerini söyledi. Telefonu kapatınca Begüm’e, “Bizi çağırıyor,” dedi. Bu Pamir’in ona yaptığı en iyi şey olmuştu.

Böylece vakit kaybetmeden Çamlıca Tepesi Lisesine gittiler.

  Beşinci kurban, Arabistan’dan gelen, Arapça hocası Tulü Ray’dı. Kız İmam Hatip Lisesinde Arapça dersi veriyordu. 32 yaşındaydı ve yaklaşık sekiz yıldır Türkiye’deydi. Her ders sonrası, bir grup kız öğrenciyle Çamlıca Tepesine gittiği doğruydu.

 O kızları bulması biraz zamanını almıştı Pamir’in. Altı kızı birden bulup karşısına oturtmayı başardığı sıra, Begüm’le Başar geldi.

 Kızların altısı da onuncu sınıftaydı. Tulü’nün öldüğünü duyar duymaz ağlamaya başlamışlardı. Yalnız biri hariç. O olduğu yerde sadece donup kalmıştı. Pamir, kızı alıp odadan çıkmış, diğer beşini Başar ve Begüm’e bırakmıştı.

 Kızın adı Bahar’dı. Arkadaşlarına nazaran daha yakındın Tulü’ya. Ayrıca onun gibi esmer ve iri yapılıydı. Onun da Tulü gibi iri siyah gözleri vardı. Fakat sadece dış görünüşleri değil, kaderleri de benziyordu. İkisi de babasız bir şekilde, anneleri tarafından büyütülmüştü. İkisinin annesi de babalarının öldüğünü söylemişti. Fakat bu ikisinin hayatında da bir yalandan ibaretti. İkisinin babası da hayattaydı ve çocuklarını istememişti. Bahar gerçeği öğrendiğinde annesini terk etmiş ve kendi isteğiyle yurda yerleşmişti. Zaten birkaç ay sonra da annesi geçirdiği bir kalp krizi sonucu ölmüştü. Bahar babasının peşine düşmemişti. Fakat durum Tulü için biraz daha farklıydı. O babasının yaşadığını ve kim olduğunu biliyordu. Annesini son nefesini verdiği sırada, yaşadığı vicdan azabıyla söylemişti. Annesini toprağa verince de babasını bulmak için İstanbul’a gelmişti. Bahar bunları tek tek Pamir’e anlatmış ve Tulü’nün katilinin Tulü’nün babası olduğunu söylemişti.

“Babasının kim olduğunu biliyor musun, Bahar?” diye sordu Pamir.

 Biliyordu. Başını yavaşça sallarken, “zengin bir adam” diye fısıldadı. “Adı Alptekin Gündoğan. Bir iş adamı. Holdingi mi ne varmış. Adamın zengin olduğunu duyunca, Tulü Hocaya, ‘Gitme’ dedim. ‘Çıkma karşısına’ dedim. Dinlemedi. Adam resmen alay etti onla. Arabistan’a hiç gitmediğini söyledi. Üstüne üstelik, Tulü Hocayı, ondan para koparmaya çalışmakla suçladı. Ama Hocam pes etmedi. En son geçen hafta, babası, ‘Eğer beni rahat bırakmazsan seni öldürürüm,’ dedi. Yalvardım Hocama, ‘artık rahat bırak’ dedim. Ama O pes etmeyeceğini söyledi,” titreyen dudaklarını birbirine bastırarak sustu.

 Pamir, Bahar’a kartını verdikten sonra ayaklanıp içeri girdiler.

  Başar ve Begüm’ün birbirlerine karşı hal hareketleri Pamir’in gözünden kaçmamıştı. Lisedeki işleri bittiğinde ikisini baştan aşağı süzdü. Sonrasında gece tutulacak nöbeti anlatıp, onlara nöbete kadar izin verdi. Ve tek başına emniyetin yolunu tuttu.

 Cebindeki telefonun titreşimini hissettiğinde iki mesaj olduğunu gördü. İlki Orhan’dandı. Ercan Ulus henüz İstanbul da olmadığı için onunla görüşemediğini yazmıştı. Öteki mesaj Mithat’tan gelmişti. İnşaatta bir şey bulamadığını ve emniyete geçtiğini haber vermişti.  

 Orhan’ın mesajını geri açıp cevapla tuşuna bastı. Alptekin Gündoğan’ın araştırılmasını ve Hülya’nın kaçtığını yazıp telefonu cebine geri koydu.

 Bir gürültü koptu ansızın. Hemen ardından çığlığım, gecenin karanlığını yırtarak ulaştı kulaklarıma. Geçmişim, şimdime karabasan misali çöküverdi gürültüyle.

Çocukluğum, “Anne! Anneciğim!” diye haykırınca, karanlık gri oldu.

 Küçük ayaklarımın tahta zeminde çıkardığı ses, bedenimi sarsarcasına duyuluyordu. “Ne oldu anneciğim sana, lütfen, lütfen aç gözlerini!”

 Çocukluğumdan bir damla tuzlu su aktı Başkomiser kimliğime. Mevkiim, gözyaşına bulandı.

“Lütfe anne, bırakma beni, ben daha büyümedim anne, oğlun daha büyümedi.”

Minik elim, kadife bir tene değdi. Bu, çocukluğumdaki annemin yanağı olmalıydı.

“Bir daha asla üzmeyeceğim seni, gece sorun çıkarmadan uyuyacak, sıcak su da beni yıkadığın için sana kızmayacağım, anne. Hatta, hatta o iğrenç işi yaptığın için bile kızmayacağım. Hem bak eğer açarsan gözlerini, o adamın beni dövmesine bile izin vereceğim. Söz veriyorum anneciğim, bir daha katiyen üzmeyeceğim seni.”

Mevkiimden, gözlerime sıçradı yaşlar. Koca Başkomiser, herkesin karşısında titrediği o Başkomiser, Çocukluğunun kurbanı olmuştu.

Grilik yavaşça dağıldı. Bulanık bir görüntü geldi gözlerimin önüne. Karşımda bembeyaz yüzlü bir kadın belirdi. Yerde baygın vaziyette yatıyordu.

Aniden ayağa fırladı Çocukluğum, kadını görmeme izin vermek istemiyormuşçasına koştu. Sokak kapısını açıp dışarı fırladı. Karşıdaki apartmanın kapısından fişek hızıyla geçip merdivenleri tırmandı. Küçücük eli, karşısına çıkan demir kapıda yumruk olup, kıracakmışçasına indi.

“Birgül Teyze, Birgül Teyze!” diye haykırmaya başladı Çocukluğum.

Çok geçmeden başında beyaz takkesi olan, güzel yüzlü bir adam açtı kapıyı.

“Hey, Küçük Adam?”

Donup kaldı Çocukluğum, “Şey, efendim, Birgül Teyzeye bakmıştım da ben,” dedi mahcup bir halde.

“Ben eşiyim, sen de Pamir olmalısın?”

Hayret içinde başını salladı Çocukluğum.

“Saat sabahın beşi, hayırdır inşallah, ne oldu? Bana söyleyebilirsin.”

“Annem, Efendim, O..” der demez hıçkırıklara boğuldu Çocukluğum. Öyle içten ağlıyordu ki, Başkomiser olan benim dahi yanaklarım ıslandı.

Kapının arkasındaki anahtarı çıkarıp eline aldı Adam. “Haydi gidip bakalım,” dedi ve Çocukluğumu kucağına aldı.

Çocukluğum yüzünü, adamın tıraş köpüğü kokan boynuna soktu. O adamda bilmediği baba duygusunu hissetmiş olmalıydı. Adam, baba kokuyordu.

Çocukluğum ve onu kucağına alan adam yeniden sokağa çıktığında görüntü kayboldu.

 Omzumdaki soğuk elin hissiyle, Çocukluğum kaçıverdi.

 “Evladım,” diyordu kalın bir ses, “İyi misin?” diye soruyordu durmadan.

 Hatırladıklarının içinden gözlerini sıkıca yumup, başını hızla sallayarak çıkmaya çalıştı Pamir. Omzunda bir el vardı, kırışmış ve lekelerle dolu, yıllanmış bir eldi. Gözlerini açtı, kırışık bir yüzle karşılaştı. Beyaz saçları taranmış, mavi gözlerinin etrafı kırışık halkalarla boyanmış.

“Ben,” diye geveledi Başkomiser. “İyiyim Amca,” dese de, adam tatmin olmayarak boş koltuğu gösterdi. Bir an nerede olduğunu anlayamadı.

“Hadi gel otur, sapsarı olmuşsun.” 

 Etrafına baktı, metrodaydı. Ne ara binmişti? Yerin altına indiğini hayal meyal hatırlıyordu ama ne rayları, ne de metronun içine kendini attığını… Hatırlamıyordu.

“Lütfen siz oturun,” dedi zorlada olsa. “Ben iyiyim.”

“O halde şu suyu iç hele,” diyerek elindeki küçük su şişesini uzattı.

“Sağ ol amca.” Ayakta durmakta güçlük çekiyordu ama yaşlı adama belli etmeden suyu içip şişeyi geri verdi.

 Emniyete girdiği an Orhan’ı buldu, Pamir. Bir terslik olduğunu seziyordu.

 Yanılmamıştı. Üçü de toplantı masasındaydı. Orhan başını elleri arasına almış oturuyordu. İnci’nin önünde bir sürü kağıt vardı. Mithat kırdığı kurşun kalemin silgi olan tarafını çevirip duruyordu.

“Neler oldu?” diyerek sandalyesini çekti Pamir.

 Üçü de aynı anda ona baktı.

“Hoşuna gitmeyecek şeyler.”  Yavaşça oturdu Pamir, tek tek süzdü her birini. O aynı soruyu ikinci defa sormazdı. Bekledi. Mithat, İnci’nin önündeki kağıtlardan birini alıp Pamir’e uzattı ve, “Dosyayı bizden aldılar Başkomiserim,” dedi.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: