CİNAYET TOHUMU / Bölüm 16

BÖLÜM 16    

  Pamir, Orhan ve İnci; İstanbul Kent Ormanının girişinde park halini aldı. Direksiyonda her zamanki gibi Orhan vardı. Ormanın içinin tamamen boşaldığına emin olduklarında bekçi, yerini görevli polise bıraktı. Her nöbet yeri için talimat aynıydı, bekçiler görevini polislere devir edecekti.

 Mithat ve İsa, 164. Yıl Polis Hatıra Ormanının girişinde yerini aldı.

 Begüm ve Başar’a, Ataşehir ile Maltepe arasındaki Kayışdağı Ormanı düşmüştü.

 Geri kalan ormanlara da ikişerli ekip konmuştu.

  Başını, koltuğun başlığına yaslayıp derin bir nefes aldı Orhan. “Annem bu ara çok hasta,” dedi boğuk bir sesle. “Doktorlar, fazla ümit bağlamayın diyor. Ama ben o en kötü ihtimali düşünmek dahi istemiyorum.”

  Pamir de yasladı başını.

“Annemin durumu kötüye gittikçe, babam da çöküyor. Gözlerimin önünde onları kaybediyorum. Her gece eve döndüğümde bir kez daha anlıyorum, neden bekar olduğumu.. Ben dayanamıyorum be! O çıplak gerçeğin varlığına dayanamıyorum. Halbuki neredeyse her sabah ceset topluyorum. En çok da benim alışmam lazım bu duruma. Ama olmuyor işte, insan sevdiklerinin o gerçeğe doğru yürüdüğünü görünce, çok aciz oluyor. Birde aşık olsam..” baş ve işaret parmağıyla gözlerindeki yaşları sertçe sildi. “Bu korkuya neyin sebep olduğunu bilmiyorum. Çok şükür ailem hayatta. O gerçeği sevdiğim insanlarda yaşamadım.

 Galiba, şu her sabah topladığım cesetler.. Onların ailelerine verdiğim haberler… Sanırım beni korkutan, mesleğimin çıplak gerçeği oldu.”

 Orhan susunca sessizlik hakim oldu içeriye. Beş dakika kadar kimse çıt çıkarmadı. Beş dakikanın sonunda Orhan yasladığı başını kaldırıp Pamir’e baktı. “Neyin var Pamir? Günlerdir iyi olmadığını anlıyorum. Belli etmemekten için çabalıyorsun ama anlıyorum işte.”

“Bir şeyim yok, Orhan,” dedikten sonra İnci’ye döndü. “Sana verdiğim isimleri araştırdın mı?”

Başını sallayarak, “Evet,” dedi. “Ama kağıtlar emniyette kaldı, masamın üstünde.”

“Aklında bir şey kalmadı mı?”

“Alptekin Gündoğan, en son ona baktım. İş adamı, 48 yaşında. Evli, dört çocuğu var..”

“Bir dakika, kaç yaşında dedin?”

“48, Başkomiserim.”

“Emin misin?”

 İnci kendinden son derece emin bir şekilde başını sallayınca, “Ne oldu?” diye sordu Orhan. “Ya sahi Pamir, kim bu Alptekin Gündoğan?”

“Beşinci kurbanın babası ve maktul 32 yaşında.”

 Sıkıntıyla kafasını kaşıdı Orhan. “Bu hesaba göre Alptekin Gündoğan, 16 yaşında baba olmuş. Vay anasını!”

“Bu da kurbanın babasız büyümesini açıklıyor.”

“Zaten piyasada isim yapmış adamların hep bir yerde çocukları olmuyor mu, Başkomiserim? Kaç dosya gördük böyle. Gayri meşru çocuklar, babasız büyümeye mahkum oluyorlar.”

  Babasına dair hiçbir şey hatırlamıyordu ama içi ‘baba hasretiyle’ yandı Pamir’in. Bu duyguyu ilk defa yaşıyor olabilir miydi? Unuttuğu çocukluğunda babası var mıydı? Yoksa onun babası da, Alptekin gibi bir adam mıydı? Olabilir miydi? Annesini onunla bir başına bırakmış olabilir miydi? Ya da belki de ölmüştü. Ama asıl soru: Pamir gerçekleri hatırlamak istiyor muydu?

Orhan’ın, “Ne düşünüyorsun?” diye sorması üstüne, dağıttı kafasındakileri Pamir.

“Adresini bulduysan yarın sabah bir ziyaret edelim şu iş adamını!”

 Dosya gittikçe karmaşık bir hal alıyordu ve normal zamanda Pamir karmaşayı severdi. Camdan dışarı, karanlığa baktı. Hafızası birden Fulya’yı gördüğü ilk günü ona hatırlattı. Ne de güzel ve hırçındı. İçini çekerek cebindeki telefonu çıkardı. Üç mesaj vardı. Üçü de Fulya’dandı.

  Pamir gece nöbette olacağını haber verince, Fulya da stüdyoyu geç kapattı. Eve gelince yemek yedi ve annesini aradı. İstediği tek şey ailesiyle biraz sohbet etmekti. Ama annesi her zaman ki gibi Pamir hakkında ileri geri konuşmadan edememişti. Neymiş efendim eğer başka biriyle evlenseymiş, şuan yalnız olmazmış, hatta belki iki üç çocuğu bile olurmuş. Evleneli beş yıl olmuştu ama annesi hala Pamir’i kabul edememişti.

 Neyse ki telefonu babası almış ve annesinin damadını azarlamasına son vermişti. Tugay Bey karısı gibi düşünmüyordu, o Pamir’i hem seviyor hem de yaptığı işe saygı duyuyordu.

 Fulya babasının sesini duyunca, ne kadar zamandır onu görmediğini düşündü. Bir hayli olmuştu. “Çok özledim, baba,” dedi. “Gelsenize birkaç gün.”

“Ah güzel kızım, anneni ikna edemiyorum ki!” diye dert yandı Tugay Bey.

“Boş ver annemi, sen gel.”

 Zaten Fulya’nın özlediği de babasıydı, annesi her geldiğinde Pamir’e dalaşmadan gitmezdi.

Güldü Tugay Bey. “Yahu aynı şeyi iki saat evvel Ercan Amcan da dedi. Ne özlenmişim oralarda!”

 Tüyleri diken diken oldu ansızın. “Ercan Amca mı?”

“Evet evet, bize gelmişlerdi. Bak görüyor musun, sana haber vermek gelmedi aklıma. Biz dört ihtiyar olunca, gençleri unuttuk.”

“Hala sizdeler mi?”

“Gittiler. İki saat kadar oldu. Giderken sıkı sıkı tembih etti, ‘Seniha’yı ikna edemezsen sen çık gel’ diye. Alem adam yahu bu Ercan!”

“Sadece Ercan Amca ve Meltem Abla mı vardı? Yani Arcan yok muydu, baba?”

“Sen duymadın mı kızım?”

“Neyi baba?”

“Ercan’la oğlunun arası yok. Bir kız mı ne açmıştı baba-oğlun arasını. Sevgilisi uğruna bırakıp gitmişti Arcan, baya oldu. Ercan alışmış oğlu olmadan yaşamaya ama Meltem hala ağlıyor.”

“Hadi ya, ben de diyorum, Arcan hiç arayıp sormuyor.”

“Gözünü kör etti Arcan’ın, o kız. Bir ara fotoğrafını göstermişti Ercan, epey de çirkin bir kız.”

“Aşk güzel çirkin bakmaz, baba.”

“Her neyse işte. Meltem hala alışamamış oğlu olmadan yaşamaya. Ercan da aldı Meltem’i geldi. Bir haftadır buradaydılar.”

“Bir hafta demek…” ağzı açık kaldı ama babası anlar diye hemen toparladı. “Bir hafta oldu ve hiç haber vermediniz. Alacağınız olsun! Belki ben de gelirdim!”

“İhtiyarlığımıza ver yavrum, aklımıza gelmedi.”

“Olan olmuş artık. Meltem Abla nasıl, hala çok mu kötü?”

“Eh alışacak. Oğlu bir kız için vazgeçiyorsa ailesinden, yapılacak bir şey yok.”

“Neden böyle olmuş peki, baba? Kızı istememişler mi?”

“Aramızda kalsın kızım da, Ercan araştırmış bu kızı, pek tekin değilmiş. Kimi kimsesi yokmuş. ‘Ne yediği belirsiz bir kız,’ diyordu Ercan.”

“Yani onaylamamışlar aşklarını, Arcan da sevgilisini tercih etmiş?”

“Evet,” dediği an sessizlik oldu. Bir zamanlar Tugay Bey de onaylamamıştı Pamir’i.

“Sen bu kızın adını hatırlıyor musun? Adı soyadı neymiş?”

“Ne bileyim ki, demiştir Ercan ama, neydi ki. Niye sordun hayırdır?”

“Arcan arkadaşım değil mi, merak ettim canım!”

“Ee ara Arcan’ı sor.”

“Aramam doğru olmaz ki baba, hem baksana kız tekin değilmiş. Dertsiz başıma dert mi alayım?”

“Doğru dedin, dur bir hele,” deyip karısına seslendi Tugay Bey. “Seniha! – Sen şu Arcan’ın sevgilisinin adını hatırlıyor musun? – Evet evet – Bahsetti mi Meltem? – He! Doğru doğru hatırladım, tamam.” Geri döndü Fulya’ya. “Senin bu annen var ya kızım, zehir gibi aklı var! Yaşlanmak nedir bilmiyor, ben unutuyorum ama annen soyadına kadar hatırlıyor.”

 Heyecanla yerinde kımıldadı Fulya. “Ee neymiş?”

“Hülya’ymış.”

“Hülya demek.. Soy adı neymiş baba?”

“Boz..” durakladı. “Neydi ya! Heh! Bozlak! Hülya Bozlak.”

 Hülya Bozlak.. Diye geçirdi içinden.

“Bak sen şu Arcan’a, demek ailesini, işini, kariyerini bir kız için bıraktı he! Eh neyse onlar mutlu olsun. Sen ne yaptın, baba?”

 Telefonu kapatınca düşündü. Pamir’e babasından duyduklarını anlatmalı mıydı? Bir türlü karar veremiyordu. Eline telefonunu aldı ve ileri geri yürümeye başladı.

 Bir süre delice yürüdükten sonra dayanamayıp mesaj attı.

“Nöbette olduğunu ve müsait olmadığını biliyorum ama anlatmam gerekenler var, beni arar mısın?”

 Bekledi, cevap gelmedi. Uyuyamazdı. İçinde tuhaf bir ürperti vardı. Yarım saat sonra bir mesaj daha attı.

 “Aramanı daha fazla bekleyemedim. İşine lazım olursa diye yazıyorum. Arayıp konuşmak için müsait olamazsan, en azından bil.

 Babamla konuştum. Ercan Amca ve Meltem Abla bir haftadır Aydın’daymış. Babamlarla. Hani dedin ya ‘onlara ulaşamadık’ diye. Henüz haberleri yok. Bir şey demedim, merak etme. Zaten babam yola çıktıklarını, İstanbul’a döndüklerini söyledi.

 Bir de, biliyor musun, bilmiyorum. Arcan uzun süre önce sevgilisini, ailesine tercih etmiş. Ercan Amcanın, babama anlattığına göre kız pek tekin biri değilmiş. Ne kadar doğrudur bilmiyorum. Kızın kimsesi yokmuş ve bu arada adını da öğrendim. Gerçi muhtemelen sen kızla karşılaşmışsındır, ya da Arcan’ı sen mi tanıdın?

 Her neyse uzatmıyorum. Kızın adı Hülya’ymış. Hülya Bozlak. Umarım işine yarar.

  Bu arada Pamir, korkuyorum…”

  Kaskatı kesildi Pamir. Telefonun saatine baktı. “02.45” iki saati geçmişti son mesajından bu yana. Nefes alamadığını hissetti. Telefonun arama tuşuna basıp kapıyı açtı.

“Ne yapıyorsun?” dedi Orhan.

 Pamir aldırış etmeden dışarı attı kendini. Sonuna kadar çaldırmasına rağmen açmamıştı Fulya.

 “Uyuyor olmalı. Uyuyor olsun Allah’ım, uyuyor olsun,” diye mırıldandı Pamir. İçine o kötü his yine gelmişti. Fulya’nın korkmasına sebep ne olabilirdi? Arkadaşı ölmüş ve arkadaşının kız arkadaşının tekin biri olmadığını öğrenmişti. Onu korkutan bu muydu? Fulya’nın korktuğunu en son ne zaman görmüştü Pamir? Hatırlayamadı. İşte bu yüzden onun için endişelenmeden edemedi.

“Pamir!” diye bağırdı Orhan. “Başar anons geçti, atla çabuk!”

 Telefonu cebine koyduğu gibi içeri girdi.

 

 Saatler boyu aynı arabada, sevdiğiyle yan yana fakat dünyanın öteki ucundaymışçasına uzaktaydı Başar. İkisi de büyük bir gayretle susuyordu.

  Begüm’ün gece boyu yaptığı tek şey: Elindeki dürbünden dışarı bakmaktı. Gece üçe yaklaşırken saat, gözlerini kapatan dürbünü çekmeden çığlık attı, Begüm.

“Başar!”

 Adını duyar duymaz, uyukladığı şoför koltuğundan düşercesine sıçradı. “Ne? Ne oldu?” gözlerini irileştirip, Begüm’ün baktığı yere bakmaya çalıştı.

 Dürbünü indirdi, eli kapı kolunu kavradı, “Çocuk! Bir çocuktu Başar,” kapıyı açtı. “Arkasından koşmalıyız, acele et!” dediğinde dışarıdaydı.

 Uyku yüzünden afallaşan Başar, Begüm kadar çevik olamamıştı. Daha ne olduğunu bile anlayamamışken, arabadan inmekte güçlük çekti.

 Arabadan fırladığı gibi ormana koştu, Begüm. Dürbünden, küçük bir erkek çocuğunun ormanın içine doğru koştuğunu görmüştü.

 O kadar hızlı inmişti ki arabadan, dürbünü bırakmayı unutmuştu. Girişteki polis, Begüm’ün koştuğunu görür görmez belindeki silaha sarınıp oturduğu yerden fırladı. “Ambulans çağır!” diye bağırdı Begüm ve dürbünü ona uzattı.

 Çocuk kısa boyluydu. Görevli polis, önünden hızla koşan küçük çocuğu fark etmemişti.

 Arabadan inip, Begüm’ün arkasından gittiği sıra aklına Pamir düştü, Başar’ın. Arabaya geri dönüp telsizi eline aldı. Uykulu olduğunu anlayacaklar diye ödü kopsa bile anonsu geçmek zorundaydı. Bir çocuğun ormanın içine koştuğunu hızlıca söyleyip arabadan indi.

“Dur koşma!” diye bağırıyordu Begüm. Çocuk yaşına göre öyle hızlı koşuyordu ki, Begüm nefes nefese kalmıştı. “Koşma!”

 Ağaçların sık olduğu, bir küme lalenin henüz açmadığı, küçük bir çukur alanına dek koştu Çocuk. Lalelerin arasına girince birden düştü.

 Arkaya baktı Begüm, “Başar, çabuk ol!” diye bağırıp Çocuğun yanına vardı. Yerde titreyerek yatıyordu Çocuk. “Lütfen ölme,” diye mırıldanıp yanına çöktü Begüm. Çocuğun gözleri tepeye kaymıştı. Kolları kaskatı vaziyette iki yanına yapışık duruyordu. Aralık kalan dudaklarından tuhaf bir inilti çıkararak, bilinçsizce titriyordu.

 Nefes nefese geldi Başar.

“Çakı,” dedi Begüm, bir Başar’a bir de çocuğun bileklerine bakarak. “Çakın var mı?”

 Kaşlarını çatıp Begüm’e baktı, “Hayır,” diye söylendi.

“Lale dalları,” bileklerini işaret etti. “Onları kesmemiz lazım. Başkomiserimin dediğini hatırla. Bu dallar zehirli.”

  Bir anda elini kot pantolonunun arka cebine attı, Begüm. Küçük bir çakısı vardı, nasıl unutmuştu. O malum olaydan sonra yanında daima çakı bulundurmuştu.

“Ne yapıyorsun!” diye haykırdı Başar.

 Begüm çıkardığı çakıyı, çocuğun sağ bileğindeki lale dalına geçirdi. “Orda duracağına çocuğu tut, onunla konuşmaya çalış!”

“Dallardan çek elini! Zehirliyse, zehir sana da bulaşacak!”

“Başar, çocuğu tutar mısın!”

 Begüm’ün karşısına geçip çömeldi. Elleriyle çocuğun omuzlarını kavradı. “Beni duyuyor musun?” diye fısıldadı.

  Çocuğun bilinci çoktan kapanmıştı.

“Dal çok sert, daha keskin bir şeye ihtiyacımız var,” diye söylendi Begüm.

 Hakikaten dallar, ağaç dalı kadar sertti. Küçük bir çakının kesebileceği türde değildi. Çakıyı bacaklarının arasına sıkıştırdı. Elleriyle dalı çıkarmaya çalıştı.

“Yapma Begüm!”

“O daha bir çocuk!”

 İkisi çocuğun başındayken, öteki polis etrafı kolaçan ediyordu.

 Çocuğun kaskatı olan avucunu açmaya çalıştı, Begüm. Zorlandı ama nihayetinde açtı avucunu. Küçük beyaz laleyi parmaklarının arasına alıp, çocuğun avucundan çıkardı. Fakat dal çoktan çocuğun bileğinin bir parçası olmuştu. Çıkmıyordu.

 Bacağındaki çakıyı geri alıp, laleyi daldan ayırmaya çalıştı. O da olmadı. Lale dala, dal çocuğa sıkı sıkıya tutunmuştu.

“Begüm,” diye mırıldandı Başar.

“Ne!” hırsla Başar’a döndüğünde, Başar’ın yüzündeki korku ifadesiyle karşılaştı. Ürkerek çocuğa bakıyordu.

  Çocuğun gözleri olağan dışı irileşmiş ve gözü tamamen ters dönmüş vaziyetteydi. Gözleri bembeyazdı. Dudağı hala aralık, fakat vücudu titremeyi kesmişti. Dümdüz, kaskatı yatıyordu.

 Başar omzundaki ellerini çekti. Çocuğun şah damarını kontrol etti.

“Ne olur ölme…” diye mırıldandı Begüm.

“Yaşıyor! Hala hayatta.”

“Nerede kaldı bu ambulans!”

 Cebindeki telefonu çıkardı Başar, bir kez de kendi aradı 112’yi.

  Begüm çocuğun yüzünü okşuyordu. “Daha yaşayacak güzel günlerin var, ne olur gitme, sırası değil. Lütfen…” Çocuğun onu duyacağına inanıyordu. “Sana bunu kim yaptı, neden yaptı, ne istediler senden.. Lütfen aramızda kal.”

 Bir anda olağanüstü bir hal belirdi çocukta. “Laleler bizi korur,” dedi, oldukça anlaşılır bir tonda.

 Başındaki kan, ayağına gidemeden dondu Begüm’ün. Çocuk kımıldamamıştı, gözleri hala aynıydı, sadece dudağının arasından sesi yükselmişti.

 Telefonunu cebine koyarken irkildi Başar. Doğru mu duymuştu? Laleler bizi korur mu demişti?

“Bunu sana kim söyledi?” diye sordu Begüm. “Adın ne senin? Evin nerde? Neden buraya koştun?”

 Çocuk bir kez daha aynı şeyi söyledi. “Laleler bizi korur.”

“Beni duyuyorsan adını söyle, kimsin?”

 Bu kez farklı bir şey söyledi Çocuk, “Biz,” dedi. “Lalelerin tohumlarıyız.” Tam o esnada bir şimşek çaktı.

 İkisi de birbirine baktı. Gözlerinde aynı ifade vardı. Derin bir korku…

  Birden bastıran yağmurla birlikte Çocuk yeniden titremeye başladı. Başından ayağına her yeri deprem oluyormuşçasına sarsılıyordu.

“Sen kimsin?” diye sordu yeniden Begüm, sesi öncekilere nazaran çatallı çıkmıştı. Yutkundu, son bir çırpınışla bu kez sol bileğine uzandı, oradaki lale de beyazdı. En azından birini çıkartmayı istedi. Fakat parmağı, lale dalına dokunduğu an, çocuk çığlık atarak oturdu. Korkudan ödü patlamıştı ikisinin de, tek hamlede geriye doğru sıçradılar.

“BİZ LALELERİN TOHUMLARIYIZ!” diye bağırdı çocuk. Genzinden gelen acı bir can çekişle, bir-iki saniye oturup, nefesi tıkanarak geri düştü.

 Bir süre kımıldamadılar. Ta ki, çocuktan yeni bir tepki gelmeyip, Begüm’ün, “Öldü mü?” diye sormasına dek.

 Titreyen elini çocuğun şah damarına uzattı Başar, yutkunup kontrol etti. “Ölmüş…”

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: