BÖLÜM 18
Emniyetin yolunu tuttuğunda, şarjının bittiğini gördü, Pamir. Kolundaki saate baktı. Öğlen olmak üzereydi. Doğruca emniyete gitti. Yol boyunca altı maktulü birbirine bağlamaya çalıştı. Mutlaka ortak bir noktaları olmalıydı. Altıncı maktulü tahmin edebilseydi, öleceği yeri değil de, kim olacağını bilebilseydi.. Son anı yerine, lale dalı bileğine dolanmadan yetişebilirdi.
İlk iki maktul, yurt çalışanıydı. Üçüncüsü, yurda bırakılan bir çocuktu. Dört ve beşinci maktulün, yurtlarla dolaylı yoldan bağı vardı. Altıncı maktul? Onun zengin bir ailesi vardı. Fakat üçüncü maktul gibi bir çocuktu. “Üç” diye içinden geçirdi Pamir. Her üçte bir, taktik mi değişiyordu? Üçüncüsü mutlaka bir çocuktu. Sara’dan sonra, dört diye devam etmeden, yeniden bir dese yalan olmazdı. Arcan’ı birinci maktul olarak görse, üçüncü maktul yine bir çocuktu. Hepsi birbirinden farklı bu altı insanı katile bağlayan ortak nokta neydi? Katil, ne Arcan’ın ne de Tulü’nun babasıydı. Katil, hepsini birbirine bağlayan noktaydı. Belki de katil, hakikaten lalenin kendisiydi…
Pamir emniyete gelir gelmez İnci’nin yanında aldığı soluğu, önce Begüm’ü sordu. Sonrasında araştırıp not aldığı bilgileri istedi. Ama maalesef Aslanoğlu ailesine ait bilgileri Sedat Amir dosyadan çıkarmıştı.
Sertçe yutkundu Pamir. Beynine kan gitmiyor sandı. O dosyada Nurperi Aslanoğlu vardı ve diğer kişiler umurunda bile değildi. Hırsına yenik düşmemek için, nefes alışını kontrol altında tutmaya çalışarak dosyayı aldı. Bir şey söylemeden odasına doğru yürüdü. Tam kapı kolunu tutacakken arkasını döndü. “Hülya Bozlak, onu araştır ve dosyayı direk bana getir!” dedi, dişlerini sıkarak.
Elindeki dosyayı masasına fırlatıp yumruğunu duvara geçirdi. Nedenini anlamıyordu, kimdi bu Nurperi, neden onun canını yakıyordu? Gözlerini sıkıca yumdu, çığlığını içinde tutmaya çalıştı. Kapısı tıklandı, tüm heybetiyle, “Gel!” diye gürledi.
“Ercan Ulus’un yanından geliyorum,” diyerek içeri girdi Orhan. “Hem iyi hem de kötü haberim var. Önce duymak istediğin var mı? Devam edeyim mi?”
Anlatmasını söyleyen bir bakışla bakınca devam etti Orhan.
“Öncelikle Ercan Ulus, Tugay Amcanın arkadaşıymış. Böylece Arcan da muhtemelen Fulya’nın arkadaşıdır. Bu kötü haberdi.”
“Bunu zaten biliyorum. Fulya da biliyor. Ercan Ulus’la konuşmaya bu yüzden gelmedim. Beni tanımasını istemediğim için.”
Alaycı bir edayla güldü Orhan, “Seni geç, adam beni tanıdı!” dedi. “Sizin düğünden hatırladı. Hafızası az kalsın dudağımı uçuklatıyordu!”
Canı hepten sıkıldı Pamir’in, kafasını kaşıyıp başını salladı. “İyi haber?” diye sordu.
“Hülya’nın soyadını biliyoruz. Bo…”
“Bozlak,” diyerek lafı Orhan’ın ağzına tıkadı. “İnci aramaya başladı bile.”
Omuz silkti Orhan, “Ercan Bey, olumlu tek kelime etmedi Hülya hakkında. İnci birazdan bilgileri çıkarır. Hülya’nın sicil kaydı varmış. Ercan Beyin onu istememe sebebi tam olarak buymuş. Hapisteymiş bir dönemler.”
İşte şimdi yeni şeyler duyuyordu. Kaşlarını çattı. “Ne zaman?”
“Arcan’la tanışmadan uzun zaman önce. Ama Ercan Bey, şu meşhur lafa inananlardan,” gözlerini devirdi. “Yedisinde neyse yetmişinde de O.”
Güldü Pamir, “Evet, bilirim o insanları,” diye mırıldandı, kendi de onlardan biriydi. Sırf bu huyu yüzünden Tugay Beyi ve Seniha Hanımı hala kabullenememişti. Tugay Bey onu oğlu olarak görüyor olsa bile; Pamir, baba sıfatına koyamamıştı. Hala ‘siz’ diye hitap ediyor, onların yanında diken üstünde hissediyordu. Her an Tugay Beyin ya da Seniha Hanımın, onu kimsesiz olduğu için aşağılayacağına ve onun da evi terk edip gideceğine inanıyordu. Bunu bir kez yapmışlardı, ikinci kez yapmayacaklarının garantisi var mıydı?
“Oğlu bir suçluyla evlenirse, Ulus Mücevheratın tüm itibarı sarsılacağından, oğlunu reddetmiş. Katilin kesinlikle Hülya olduğuna inanıyor.”
“Hülya niye girmiş içeri?”
“Olay tam olarak burada bitiyor aslında. Ercan Beyin araştırması: Hülya Bozlak’ın 2003 yılında, zengin bir iş adamını öldürdüğünü söylüyor. Yani Hülya bir katilmiş. Ercan Bey, ‘zengin avcısı’ olarak nitelendiriyor.”
“Ercan Bey mesajlar hakkında ne söylüyor?”
“Kesinlikle mesaj atmadığını, oğluyla uzun süredir görüşmediğini, onunla iletişimini kestiğini dile getirdi. Operatöründen doküman istedi. Mesaj atmadığını kanıtlamak için,” omuz silkti. “Zaten Hülya’nın telefonu bizde. Araştırıyorlardı numarayı.”
“Sen ne düşünüyorsun?”
“Bence adam haklı.”
Çenesini sıvazladı Pamir. “Alptekin Gündoğan’ın da yalan söylediğini düşünmüyorum. Tulü’nün annesi Fatma’ya tecavüz etmiş. Bunu itiraf eden bir adamın, katil olduğunu sanmıyorum.”
“Bizi yanıltıyor olabilirler mi? Yani masum görünüp, onlardan yana olmamızı sağlıyor olabilirler mi?”
“Öyle olsalar bile, onları öteki maktullere bağlayan hiçbir şey yok. Bence adamımız, ikisi de değil.”
“Belki de adam değildir,” diyerek içeri girdi İnci, kapı aralıktı, çalmadan girivermişti.
Orhan ve Pamir yüzünü ekşiterek İnci’ye baktı.
“Kusuruma bakmayın, pat diye daldım. Ama,” elindeki a4 kağıdını salladı. “Biran önce bilmek istersiniz diye düşündüm,” diyerek sırıttı. “İşler şimdi sevdiğimiz gibi olmaya başladı, Başkomiserim,” dedi, elinde tuttuğu kağıda göz atarak. “Hülya Bozlak, 2003 yılında genç iş adamı Nadim Karam’ı kasten ve isteyerek öldürmekten yirmi yıl hapis yemiş.”
“Bir dakika,” diyerek durdurdu Pamir. “2003 yılında girmişse, Hülya on üç yaşındayken mi katil olmuş?”
Evet şeklinde başını salladı İnci. “Aynen öyle, bu yüzden ıslah evine girmiş ve cezası yarıya indirilmiş. Islah eviyle iletişime geçtim. Hülya Bozlak hakkında ne bulabilirlerse iki saat içinde bana yollamalarını söyledim. Onlara, sizin adınızı verdiğim için bilgiler elime yaklaşık bir dakika önce ulaştı,” elindeki kağıdı bir kez daha havada salladı. “Bilin bakalım cezası biteceği sıra Hülya Bozlak’a ne olmuş?”
“Arcan mı kurtarmış hapisten?” diye sordu Orhan.
Yüzünü ekşitti Pamir. “Bunu sana düşündüren ne?”
“Ne bileyim, Arcan’a bağlayan basit bir tahmin.”
İç çekti Pamir ve bakışlarını İnci’ye dikti, “Söyle, ne gelmiş?” diye sordu.
“Hülya Bozlak, tuvalette kendini asmış.”
Orhan, “Nasıl?” diye mırıldanırken, Pamir’in suratı ifadesizdi.
“Devamı var,” dedi İnci ve kağıda bir göz attı. “Hülya Bozlak’ın cesedini taşıyan araç kaza yapmış ve olay yerine ilk yardım geldiğinde tabut boşmuş,” omuz silkti İnci. “İki seçenek geldi benim aklıma; ya ortada gerçek bir ceset yoktu, kalkıp kendi kaçtı..”
“Ya da biri onun yerine geçti,” diye devam etti Pamir.
“Bu da muhtemelen bizim sandığımız Hülya, yani Arcan’ın sevgilisi Hülya, sanıldığı gibi Hülya Bozlak değil.” İnci lafını bitirince bir anlığına sessizlik oldu.
“Islah evinden Hülya Bozlak’ın fotoğrafını istedin mi?”
“Evet Başkomiserim, henüz elime gelmedi.”
“Hemen ara ve yollamalarını iste. Gerekirse cep numaranı ver, telefonuna yollasınlar.”
“Peki Başkomiserim.”
“Bu arada Hülya’nın telefonu incelemeden geldi mi? Ercan Ulus mu atmış o mesajı?”
“Hemen onu da öğreniyorum,” deyip kapıyı açtı. Orhan ve Pamir’i odada yalnız bırakıp çıktı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Orhan.
“Nedenini,” diye fısıldadı. “Neden genç bir kız, bir mahkumun, ölü bir mahkumun yerine geçmek ister?”
“Yani gerçek Hülya Bozlak öldü mü?”
“Tabuttan kalkan ceset saçma geldi.”
“O halde Arcan’ın sevgilisi gerçekte kim?”
“Esas soru da bu zaten. O kızı diğer maktullerle bağlayabilir miyiz? İnci’nin tahmin ettiği gibi katil O olabilir mi, Orhan?”
“Sen ne düşünüyorsun? Olabilir mi?”
“Bilmiyorum. O kızın evinden çıktığımızdan beri tuhaflık olduğunun farkındaydım. Ama katil olduğunu düşünmemiştim.”
“Belki de yanıldın Pamir, yanıldık?”
İkisi birbirine bakarken kapı yavaşça vuruldu, “Gel,” diye seslendi Pamir.
“Başkomiserim, Komiserim,” diye selam verdi İsa. “Amirim sizi çağırdı.”
Sedat Amir elinde tuttuğu otopsi raporuna yorgun gözlerle bakarken karşıladı Pamir ve Orhan’ı.
“Oturun çocuklar, Tulü Ray’ın otopsi raporu geldi.”
Pamir ve Orhan oturunca dosyayı onların önüne doğru itti Sedat Amir. Tulü’nün vücudunda bulunan tek iz, kendi parmak iziydi. Rapora göre ona ne olduysa, bunu kendi yapmıştı. Ve ölüm sebebi kalp krizi değil, intihar olarak kayda geçiyordu. Ama lalelerden çıkan iki zehir maddesi göz önüne alınınca, striknin kreatin ve tabunun birleşimi sonucu olabileceği not düşülmüştü.
Aynı otopsi raporunun Arcan ve Işıkhan’dan da geleceğini biliyordu Pamir. Katil, üçleme yöntemiyle hareket ediyordu.
Günün geri kalanı stresliydi. Işıkhan’ın ailesi perişan halde emniyete gelmiş, oğlunun otopsisi için onay vermişti. Aynı onay Ercan Ulus’tan da alındı. İki maktulün otopsisi aynı anda başladı. Işıkhan’ın babası Timur Bey soluğu eşinin yanında, emniyette almış, oğlunun neden öldürüldüğünü bilmediklerini çaresizce dile getirmişti. Üstelik villanın kamera kayıtları incelenmişti. Işıkhan her zamanki gibi okuldan servisle gelmiş ve gece iki sularında evden koşarak çıkmıştı. Bileklerinde lale dalı vardı. Seda Hanım, laleleri ilk kez gördüğünü, Işıkhan’ın çiçeklerle hiçbir bağı olmadığını dile getirirken ciğerleri ağzına doluyordu. Kadın o kadar çok ağlıyordu ki, Işıkhan’ın ölüm anını kimse anlatamamıştı. Ekip, derin ve rahatsız edici sukuta bürünmüştü.
Öte yandan, Hülya Bozlak’ın telefonu incelemeden gelmişti. Mesaj, Ercan Ulus’a ait bir numaradan gönderilmişti. Fakat numara kullanıma kapalıydı. Ercan Bey emniyete geldiğinde, Pamir sessizce emniyetten çıkıp gitti. Ercan Ulus verdiği ifade de, o numarayı bir zamanlar kullandığını itiraf etti. Ama birkaç ay önce o sim kartının takılı olduğu telefonu çalınmış ve Ercan Bey, operatörü arayıp hattı kapattırmıştı. Çalan kişi her kimse, Ercan Beye sağlam bir oyun oynuyor olmalıydı. İfade sırasında aniden deliye döndü Ercan Ulus; operatörü dava edeceğini, oğlunun cinayetini gazetelere duyurup, katilini medyaya rezil edeceğini haykırdı. İfadeyi alan Orhan, onu sakince uyardı. Medya duyduğu an, Lale Dalı Cinayetleri sarpa sarardı. Katilin, Arcan’ın sevgilisi Hülya olmadığına Ercan Beyi ikna etmek zorunda kalmıştı. Fakat Ercan Bey, Hülya’nın öldürdüğüne, ya da adam tutup öldürttüğüne o kadar emindi ki, laf anlamıyordu. Medyaya duyurmasın diye, davayı çok sevdiği arkadaşı Tugay Beyin damadı Pamir Dinçer’in yürüttüğünü söylemek zorunda kaldı. Pamir’in katili mutlaka bulanacağına garanti verdi. Zor oldu ama Ercan Bey ifadeden sonra ikna olmuş olarak emniyetten ayrıldı.
Son olarak, Hülya Bozlak’ın ıslah evinden fotoğrafları geldi. Pamir, fotoğraflar gelmeden çıkmıştı emniyetten. Yürümesi gerekiyordu ve telefonunun hala şarjı yoktu. Yürüdü. Yalnızca yürüdü.
Bir camekanın önünde durdu. Vitrinde gördüğü kitap O’ydu. “Tam İlmihal” orada duruyordu. Ansızın gözleri yaşla doldu.
Koşarak camekanın önünden geçti Çocukluğum. Küçücük ayaklarına giydiği yırtık spor ayakkabının çamura bulanmış bağcığı, gözkapağıma çarptı.
Onu, Çocukluğumu, çamurlu bağcıktan tanımıştım. Kolunun altına sıkıştırdığı kitapla koşuyordu. Apartmana girdi ve aynı hızla, aralık olan dairenin kapısından içeri süzüldü.
“Bak! Bak anne!” diye haykırdı. “Hocam bana ne verdi, bak!”
Dökük duvarları olan bir odaya girdi, eski ve pis görünen çekyatta bir kadın vardı.
Başkomiser olan benim nefesim kesildi. Görüntü karanlık değildi, camekandan izliyordum, biraz buğuluydu.
Kadının başı ellerinin arasındaydı, yüzünü saçları kapatıyordu. Uzundu saçları, uzun ve cılız..
“Bak anne,” dedi son kez Çocukluğum ve kolunun altındaki kitabı kadına doğru uzattı. “Hocam bana hediye etti, üstünde yazanı okudum ve onu almaya hak kazandım!” sevinçle zıpladı. “Senin oğlun anne, hak kazandı, başarılı oldu, anne!”
Öyle mutluydu ki Çocukluğum, ne o duvarlar, ne çekyat gözüne batıyordu.
Kadın başını kaldırıp bakmadı ona. Bunu bile fark etmedi Çocukluğum, devam etti konuşmaya. “Hem de bir sürü şey öğrendim, mesela Allah’ın her yerde olduğunu, hep bizi izlediğini,” birden yüzünü ciddi bir ifade kapladı. “Hatta şuan bizi görüyor, anne.” Elini başına koydu Çocukluğum. “Tüm bu koca dünyayı neden yarattığını bile öğrendim,” iç çekti. “Biliyor musun anne, Müslümanlık çok güzelmiş.” Omuz silkti, bir adım daha yaklaştı kadına. Gülümsüyordu, “Anne..” diye fısıldadı.
Kadının hırıltıyla nefes aldığını duydum ama Çocukluğum bunu duymamıştı. Elindeki kitaba baktı, tüm yüzünü sevinç kapladı. Arkasını döndü, kitabı tek bacağı kırık olan masaya koydu. Masanın kırık bacağının yerinde iki kırlent vardı. Kitabı koyup, parmağını parlak yazıda gezdirdi. Aniden, yeni hatırladığı bir şeyle kadına zıplayarak döndü.
“İnanabiliyor musun anne, imanın altı tane şartı varmış. Altı! Benim yaşımdan bile büyük!” derken gözlerini kocaman açmıştı. Kahverengiydi Çocukluğumun gözleri, oysa Başkomiserin gözleri siyaha bakıyordu. Çünkü geçmişi beyninde kararmıştı.
“Yeter!” diye bağırdı kadın. “Sus artık!” Ellerini çekmesiyle ayaklanması bir oldu, yüzünü göremedim, öyle hızlı kalktı ki takip edemedim.
“Sesini duymak istemiyorum! Başım ağrıyor anlıyor musun, kafam patlıyor! Kes sesini!” deyip, hızla odadan çıkıp gitti.
Çocukluğum, gözleri dolarak bir kapıya, bir kitaba baktı. Aynı, benim şuan camekandan, kitaba baktığım gibi…
“Buyurun Beyefendi?” dedi, kırklarında olan, orta boylu, bıyıklı bir adam. Vitrinin öbür tarafından, kitapevinden çıkmıştı.
Gözlerindeki yaşı saklamaksızın adama baktı, Pamir. “Bu kitap,” diye geveledi. “Hocamın hediyesiydi. Ama o zamanlar yeşildi kapağı, fıstık yeşili.” Gözlerindeki damlalar usul usul yanağına vardı. “İlk o zaman, Allah’ın her yerde olduğunu öğrenmişim. Hatta imanın şartlarını..” buruk bir gülümseme oldu yüzünde, “Yaşımdan büyük olduğunu,” durakladı. “Beş yaşındaymışım..” yutkundu, hızla aktı yaşlar. “Bunun için bağırmış bana. Bağırmış… Hiç değerim yokmuş benim. Şimdi görüyorum ki, haklıymışım; her şeyi unutmakta, geçmişimi yok saymakta haklıymışım.” Alt dudağını dişleri arasına alıp hırsla ezdi.
Karşısındaki adam sessizce dinledi.
“Ben, Allah’ın her yerden bizi izleyebileceğini bile unutmuşum. Sadece kendi geçmişimi değil; dinimi, Müslümanlığı, hatta azar yediğim imanın şartını bile…” eli yumruk şeklini almıştı. “Ben beş yaşında, Allah’ı, Peygamber’i, İslamiyet’i öğrenmeye çalışan bir çocukmuşum. Ama sonra terk edildim. Annem elimden tuttu ve kendi elleriyle bırakıp gitti. İşte o gün her şeyi unuttum. Annemi, geçmişimi, dinimi, bu kitabı, imanın şartlarını…
Soracaksın, şimdi ne oldu diye…” böğründen çıkan iniltiyle titredi. Gözlerini kapatıp gözbebeğine değen yaşların akmasına izin verdi ve sonra gözkapaklarını açıp devam etti. “Bir kadın cesedi buldum, lanet olası bir hayat kadını!” Tam yüreğinden, en derinden bir haykırış koptu Pamir’in. “O kadın… Belki de benim annem…”
Tam bir haftadır yüreğini kavuran ama bir türlü dile getiremediği o acı, hiç tanımadığı bir adamın huzurunda ortalığa yayıldı.
“Onu kim öldürdü, neden öldürdü, ya da gerçekten benim annem mi bilmiyorum. O kadında ne var, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim: O kadının ölüsünün, bana unuttuğum geçmişimi geri getirdiği.” Gözlerini kapatıp ufak bir nefes aldı. “Yavaş ve sancılı bir şekilde hatırlıyorum unuttuklarımı.” Çenesi titreyerek gözlerini açtı. “Şimdi de bu kitabı hatırladım: Hocamın verdiğini, fıstık yeşili kapağı olduğunu; beş yaşında, henüz okula gitmeden, bu kitabın adını okuyabildiğimi, hocamın bana ödül olarak verdiğini… Annemin acımasız bağrışını…” Yaşlı bir adamın eli gibi titriyordu bedeni, öyle ki parmakları, gözyaşlarını silmekte zorluk çekmişti. Avuç içlerine sildi gözlerini. Avuçları yüzündeyken yutkunup, nefes aldı. Ardından, dik durmaya çalışarak adama baktı. “O kitabı alabilir miyim? Fiyatı ne kadar?” diye sordu.
Adam hızla gözlerini ve yanaklarını silip, kitapevinin kapısını açtı. “İçeri gelmek istemez misiniz?”
Başını salladı Pamir ve adamın arkasından içeri girdi. Daha adımını içeri atar atmaz ciğerlerine dolan kitap kokusu, onu tuhaf duyguların içine sürükledi. Bildiği bir kokuydu. Yalnızca kitap kokmuyordu içerisi, bir koku daha vardı. Gözlerini kapatıp kokuyu ayırt etmeye çalıştı ama gözkapaklarını geri açtığında daha fazla sarsıldığını hissetti. Kokuyu tanıyordu, o cami… O caminin kokusuydu.
“Sakıncası yoksa, içerideki kokuyu sorabilir miyim?” diye sordu, masanın arkasındaki sandalyesine yerleşen adama.
“İşte,” dedi adam, çekmeceyi açıp içinden küçük hacı yağı esansını çıkararak. “Sanırım bu olmalı,” deyip, esansı Pamir’e uzattı. “Otursanıza.”
Tam karşısındaki sandalyeye oturdu Pamir ve adamın elinden esansı alıp burnuna götürdü. Buydu..
“Hocanızın adı neydi?”
Bir anda boşlukta buldu kendini Pamir. Hatırlamıyordu. Yanıt veremeyince, adam samimi bir şekilde gülümseyip elini uzattı. “Fikret.”
Uzattığı eli nazikçe sıktı Pamir. Fikret telefonu ahizeden kaldırıp iki çay söyledi.
Kitapevinden çıktığında içinde tuhaf bir huzur vardı Pamir’in. Çay içmiş, biraz sohbet etmişti Fikret’le. Burası, Hakikat Kitapeviydi ve burada bulduğu huzur, kesinlikle Çocukluğunun camide bulduğu huzurla aynıydı. Hatta Fikret’in ses tonundan tutun, cümlelerine varana dek hocasına benzetmişti.
İçeriden çıktığında hava kararmış ve evin yolunu tutmuştu. Fikret, kitapevinin tarihinden söz etmiş sonra sohbet daha derinlere inmişti. Her iki dakikada bir Pamir, hocasına çok yaklaştığını hissediyordu. Bir yanı korku içindeydi, unuttuğu geçmişini hatırladıkça canı yanıyordu. Hocasına ulaşması demek, belki de şimdi içinde bulunduğu adamın yok olması demekti. Ama bir yanı, içten içe hala sevgi duyduğu bu adama biran evvel ulaşmak için çırpınıyordu.
Derin bir nefes aldı Pamir, elindeki kitabı, bebek tutarcasına dikkatle tuttu ve yol aldı.
Beş yaşında, Allah’ı, Peygamber’i ve İslamiyet’i öğrenmeye çalışan bir çocuktu O; sonra terk edildi.
1 Comment
Ahh Pamir ahh.. Çocukluğunda neler yaşamışsın kim bilir.. merakla olacakları bekliyorum