Çektiği lale fotoğraflarından bazılarını eve çıkardı, Fulya. Televizyonu açtı. Koltuğa kuruldu ve fotoğrafları önündeki sehpaya döktü. Tek tek inceledi. Son fotoğrafı eline alınca yüzünü buruşturdu. Yanlışlıkla o fotoğrafı da basmıştı. Çocuğun laleyi kopardığı fotoğraf…
Kapının açıldığını duyunca elindeki fotoğrafı ötekilerin üstüne koyup kalktı. Saat henüz yediydi. Sokak kapısına doğru yürüdü.
Karşısında Pamir’i görünce ne hissedeceğini bilemedi. Dün yaşadıklarından sonra, dün gördüğü Pamir’den sonra.. Şimdi karşısında nasıl bir Pamir vardı bilemedi.
Sokak kapısını örtüp karısına baktı, Pamir. Yorgundu. Savaşı kaybetmiş gibiydi. Yavaşça kollarını açtı. Yalvaran gözlerle karısına baktı.
Ona sarılmayı istiyor olmasına rağmen yerinden kımıldayamadı Fulya. Onun bu hali kendi suçuydu. Bunu biliyordu Pamir. Kollarını kapatmadan ona doğru yürüdü. Fulya’nın önüne geldi. Karısını kolları arasına almak istedi, fakat Fulya geri çekiliverdi. “Benim,” diye fısıldadı Pamir. Avuçlarını, karısının yanaklarıyla doldurdu. Alnını, karısının alnıyla buluşturdu. “Benim senden başka kimsem yok.” Yavaşça, gözünden akan yaşı saklarcasına, dudağını karısının dudağına kapattı.
Yusuf’la konuştuktan sonra karısının istediğini yaptı, Pamir. Doktora gitti. Yoldayken aramıştı Begüm. Ona da sormak istedi, kadınlar daha iyi bilirdi: Bir adamın, nasıl bir baba olacağını. Nergis’i bulmaktan vazgeçti. Nurperi’nin DNA raporunu boş verdi. Bakmayacaktı. Sonucu bilmeyecekti. Kurduğu hayata geri dönme kararı aldı. Karısını, onu her koşulda mutlu etmeye çalışan kadını, mutlu etmek istiyordu. Küçükken unuttuysa, vardı bir bildiği Çocukluğunun. Unuttuysa haklıydı. Kurcalamayacaktı. Onun yerine baba olacaktı. Bilmiyordu ama öğrenecekti. Nasıl aşık bir adam olduysa, baba olmayı da öğrenecekti.
Mavi.. Kirli, mavi bir pabuç görüyorum. Kirli, beyaz bağcıklarına basa basa koşan küçük ayaklar.
Durun! Bu benim. Çocukluğum! Rüyadayım. Başkomiser yine rüya görüyor.
Burnu akıyor Çocukluğumun, korkmuş, ağlamış… Kaçıyor sanki.
Aniden bağcığa basıp düşüyor, Çocukluğum. Yumruk yaptığı elini yere vuruyor. Taşlı bir yol burası. Taşlara vuruyor elini. Kanıyor eli. Canı yanmıyor. Yüzünü yere kapatıp hıçkırmaya başlıyor.
“Baba” diye…
İlk kez duyuyor Başkomiser bu kelimeyi. İlk kez duyuyorum.
“Kurtar beni baba, kurtar nolur!” bir daha vuruyor elini.
Arkasında bir gölge beliriyor. Büyük bir el, Çocukluğumu sırtından tuttuğu gibi havaya kaldırıyor.
“Bakın burada kim varmış!” diyerek gülüyor Adam. Korkunç bir yüzü var. Başkomiser bile korkuyor.
“Bir gün bu yaptıklarının bedelini ödeyeceksin!” diye haykırıyor Çocukluğum.
“Sen mi ödeteceksin!”
“Allah çok büyük. Seni Allah’a havale ediyorum.”
Başkomiser olan ben korkuyorum ama Çocukluğum korkmuyor. Korkusuz bir çocuk O.
Adam korkunç bir kahkaha atıp, Çocukluğumu yere bırakıyor. Hızlı bir tekme atıyor ona. Dişlerini sıkıyor Çocukluğum ve birden değişiyor görüntü. Adam yok oluyor. Taşlı yol eve dönüyor. Çocukluğum çekyatta oturmuş, bağıra bağıra ağlıyor.
İncecik iki bacak yaklaşıyor ona. “Ağlama artık,” diyor o tanıdık ses.
Bu O… Çocukluğumun annesi.
Burnunu koluna silip, “Allah beni cehennemde yakacak,” diyor ve tekrarlıyor. “Allah beni senin yüzünden cehennemde yakacak!”
Önünde diz çöküp ellerini Çocukluğumun yanaklarına koyuyor. Gözlerine bakıyor Başkomiser, Kadının. Öyle derin bir şey var ki, o mavi gözlerde…
“Neden yakacakmış Allah seni, hem de benim yüzümden?”
“Çünkü seni çok seviyorum.” İçini çekerek söylüyor bunu. Benim bile içimi parçalıyor.
“Beni sevdiğin için mi yakacak Allah seni?”
Başını evet şeklinde sallayıp, burnunu çekiyor.
“Nedenmiş o? Anneleri sevmek günah mı?”
“Anneleri değil,” dudağını aşağı sarkıtıyor. “Kötüleri sevmek günah.”
Kadının gözleri doluyor. Mavi gözlerin önüne yaşlar kendini siper ediyor.
“Ben kötü müyüm, Pamir?”
“Sen çok kötü bir kadınsın, anne.”
İkisinin yanaklarını da yaşlar süslüyor.
“O, seni dövdüğü için üzülmedim mi sanıyorsun? Canın acıdı diye içim parçalandı benim!”
“Üzüldüğünü biliyorum. Bunun için değil.”
“Ya neden kötüymüşüm ben?”
“Sen beni babamdan ayırdın, anne.”
“Pamir, ben..” konuşamadı kadın. “Oğlum…”
“Oğlum deme bana! Senin gibi kötü bir kadın annem diye, utanç duyuyorum!” deyip kalktı Çocukluğum. “Eğer babam olsaydı, O adam bize dokunamazdı. Senin ne yaptığını biliyorum. Bana haram lokma yediriyorsun! Bu yüzden kötüsün. Sen, bir çocuğun sahip olmayı istemeyeceği bir annesin. Sen çok kötü bir kadınsın. Ama ben yine de seni çok seviyorum. Allah beni yakacak ama napayım, seviyorum işte. Kötü de olsan annemsin sonuçta!” deyip koşarak uzaklaşıyor Çocukluğum.
Kadın yerde kalıyor, gözleri yaşlı, bakışları dağınık. Perişan halde.
“Sen kötü bir kadınsın Nurperi,” diyor kendi kendine ve Başkomiserin nefesi tıkanıyor. Öldürücü bir öksürüğe tutulmuşçasına sarsılarak öksürmeye başlıyor.
Öksürerek ve ter içinde uyanıyor Pamir. Fulya’yı uyandırmamak için yataktan kalkıp odadan çıkıyor. Kendini doğruca balkona atıyor.
Otopsi sonucu henüz eline ulaşmamıştı ama biliyordu. İlk günden beri hissediyordu. Buzlukta onu gördüğü an, kokusuna buz karışmış olsa dahi duymuştu, o kokuyu içine çekebilmişti. Buzla karışık olması, anne kokusunu bastıramamıştı. O kadın annesiydi. Onu yedi yaşında terk eden annesi…
Ellerini balkonun demirine koydu. Yüreğinden gelen çığlığı, gecenin sessizliğine armağan etti.
Küçük elleri geldi gözünün önüne, annesinin incecik boynuna doladığı kolları belirdi karşısında. Unutmak için çok acı çekmişti. Sonunda her şeyi unutmuş ve hayatına devam edebilmişti. Şimdi ne diye hatırlıyordu ki! Öfkeliydi Pamir, hatırladıkça bastıramıyordu öfkesini. En çokta kabul edemediği o sevgiye kızıyordu. Kalbinin en derini hala annesini seviyordu ve bu sevgi ona çok bedel ödetecekti.
“Mesleğini hiçe sayıp, koca bir aileyi katletmiş bir katili saklayabilir misin, Başkomiser?” durmadan bu soruyu soruyordu kendine. Kız kardeşi olabilirdi, aynı annenin rahmini paylaştığı kardeşi… Ama onu tanımıyordu. “Masum bir çocuğu öldürebilecek kadar acımasız…” diye mırıldandı. Tamamen bırakmalıydı bu işin peşini. Zaten dosya kapatılmıştı, elinden bile alınmıştı. Ne diye uğraşıyordu ki? Kendisini yedi yaşındayken terk eden annesinin, bir başka adamdan olma çocuğunu ne diye koruyacaktı! Birkaç saat önce tamamen vazgeçmişken, neden yine onu düşünüyordu?
Çabucak sildi gözlerini. Hava serindi. İçeriye girdi. Ağır adımlarla koltuğa oturdu. Araladığı bacaklarından aşağı kollarını sarkıtıp, boşluğa baktı. Bir an için lale gördüğünü sandı.
Başını, ellerinin arasına alıp sıktı. “Deliriyorum…” diye mırıldandı.
Baktığı her yerde lale görüyor, duyduğu her seste annesini hatırlıyordu. Bu delirmek değildi de neydi? Başını iki yana salladı. Ellerini çekip doğruldu. Sehpaya uzandı, oradaydı. Gördüğü lale, fotoğrafın içindeydi.
Kaşlarını sertçe çattı. Bunu görmüştü, bu laleyi görmüştü. Ne renk demişlerdi bu lale için? Düşündü. “Alacalı” evet, alacalı lale demişlerdi. Son kurbanın bileğinde bu renk lale vardı. Biranda beynine şimşek çaktı. Öteki fotoğrafa baktı. Aynı lale kümesini gördü. Alacalı laleler ve aralarına karışan beyaz lale… O fotoğrafı da geçti. Aynı kare…
Birbiri ardına beş altı kez daha şimşek çaktı. Beyni ona garip bir oyun oynuyordu. Birkaç akşam önceyi hatırladı. Evdeki laleleri…
Birkaç şimşek daha çakınca fotoğraflar elinden kayıp düştü. Hepsinde laleler vardı. Yedi kişiyi öldüren Masum Katil. Karşısında, aynı masumluğuyla, fotoğraf karelerindeydi. Artık görmeye dayanamıyordu. Yedi kişinin canına mahal olmuştu ve Pamir hala arka perdedeki katili bulamamıştı: Lalelerin arkasına gizlenen Katili… Fotoğraf makinesinin arkasına gizlenen fotoğrafçı misali…
Beynine yeni bir şimşek daha çaktı. Ocak ayında Fulya’yla ettikleri kavgayı hatırladı. Eve geldiğinde, Fulya ağlıyordu. Anne olabilmek için ağlıyordu. Yalvarmıştı kocasına ama Pamir her zamanki soğukluğunu koruyup, doktora gitmeyeceğini sertçe dile getirmişti. Ardından büyük bir kavga koptu.
“Mutsuzum,” demişti Fulya. “Çok mutsuzum.”
Pamir’in her zamanki bahanesi, “Her gün kaç çocuk ölüyor senin haberin var mı?” oluyordu.
Cevap vermemişti Fulya. Bir müddet burnundan soluyarak susup, ağlamaya devam etmişti. Bıkmıştı artık. Her bu işi yapan adam, çocuk istemiyor muydu yani? Hayır, bu Pamir’e özgü bir bahaneydi.
“Bazen, o katillerin peşinden koştuğun kadar benimle olmadığını düşünüyorum. Sanki beni görebilmen için, ne kadar mutsuz olduğumu anlaman için, katil olmam gerekiyormuş gibi hissediyorum.” Fulya’nın bu sözlerine, öfkeyle bakarak karşılık vermişti Pamir. Bir şey demeye kalmadan karısı odadan çıkmış ve birkaç saat birbirlerinin suratlarına bakmamışlardı.
O vakit bu sözlerin üstünde durmamıştı Pamir ama şimdi beyni, gözlerinin önüne serivermişti. Bunca yıllık meslek hayatında her türlü katil yakalamış, sürüsüyle hikaye dinlemişti. En çarpıcı olanları ise annelerden duymuştu. Onlar, anneler; dahası kadınlar, her zaman daha ustaydı. Kimsenin aklına, “anne şefkati” diye akıllara kazınan o naif yürekli kadınların, katil olacağı gelmiyordu. Sadece Pamir gibi terk edilenler akıl edebilirdi; annesi tarafından istenilmeyen insanlar, bir annenin katil olduğunu çözebilirdi. “Her kadın, anne sıfatıyla yaratılır” sözünü iyi biliyordu. Kadınlar, annelik iç güdüsüyle dünyaya geliyordu. Her kadın, bir nebze anneydi.
On parmağını birden geçirdi saçlarının arasından. Neler düşünüyordu böyle! Beş yıldır evli olduğu kadından şüphelenecek değildi ya! Ama hayır, şüpheleniyordu. Fulya’nın, karısının, Lale Dalı Cinayetlerinin katil zanlısı olabileceğini düşünüyordu.
Yavaşça yerdeki fotoğraflara döndü. Uzaktan göz attı. Neresiydi burası? Yutkunamadı. “Emirgan…”. Tam eğilecekti, fotoğrafları almak için, koridordan gelen sesi duydu. Çabucak fotoğrafları koltukla yastık arasına sıkıştırdı. Şuan son isteyeceği şey, Fulya’yla bu konuyu tartışmaktı.
Ağır bir hareketle ayağa kalkıp mutfağın orda dikilen karısına baktı. Çok güzeldi. Fulya uykudan kalkınca daha bir güzel görünürdü. Karışan saçları, kocaman gözleri.. Hemen aklını toparladı Pamir.
Kendini bayılacak gibi hissediyor olsa da, Fulya’ya doğru yürüyüp, ona günaydın öpücüğü verdikten sonra ağır adımlarla tuvalete girdi. Musluğu açıp soğuk suyu yüzüne çarptı. Fulya’ya hiçbir şey belli etmemeliydi. Ondan şüpheleniyor olsa dahi katil olduğunu kanıtlayan bir delil yoktu. Derin bir nefes alıp Fulya’nın yanına geri döndü. Bir olay mahalline gitmesi gerektiğini söyleyip hazırlanmak için odaya girdi. Elbette yalandı, Fulya’dan kaçıyordu.
Fulya, Pamir’deki tuhaflığı fark etmiş olsa da soru sormadı. Son günlerde sabretmesi gerektiğini öğrenmişti. Pamir ona olanları anlatana dek susacaktı.
Güneş’in doğduğunu görünce koşmayı bırakıp etrafa bakındı Pamir. Olduğu yere yabancı ama bir o kadar da tanıdıktı. Geceden beri koşuyor muydu? Neresiydi burası? Ellerini dizlerine koyup soluklandı. Cebi titriyordu. Usulca doğrulup telefonunu çıkardı. Bilmediği bir numara arıyordu. Açarak kulağına götürdü.
Karşısındaki ses, “Sizi bu kadar erken aradığım için kusura bakmayın,” dedi. “Ben Kemal.”
Kemal… Nereden tanıyordu Pamir bu ismi? Düşünür düşünmez göğsü sıkıştı. “Sorun değil. Sonuç için mi aradın?”
“Evet, otopsinin kesin sonucunu söyleyebilirim. Bunu duymaya hazır mısınız?”
Cevabı zaten biliyordu. Yine de, “Pozitif mi?” diye sordu.
“Evet, pozitif. Nurperi Hanım sizin anneniz,” dedi Kemal.
“Pazar gününe kadar orada kalsa olur mu?” Cevap gelmeyince, gözlerini kapatarak mırıldandı, “Lütfen,” diye. Gözlerini açarak etrafa baktı. “Pazar günü onu alacağım. Ama öncesinde bunu yapacak gücüm yok.”
Bugün perşembe. Bugünü saymazsak iki gün var.
“Peki, elimden geleni yapacağım. Sonra da onun kimsesiz olduğu raporunu yazacak ve bu işi bitireceğim.”
“Teşekkür ederim,” demişti Pamir, halbuki O kolay kolay teşekkür etmezdi.
Telefonu kapattı ve kaldırımda yürüyen beyaz takkeli adama doğru koştu. “Bakar mısın, Bey Amca?”
Ağır bir adımla arkasına döndü adam. Atmışlı yaşlarda kır saçlı, beyaz yüzlü bir adamdı. “Buyur Evladım?”
“Burası neresi? Ben galiba yolumu kaybettim.”
Karşılıklı iki kaldırım boyu eski evlerin olduğu, dar bir sokaktı. Pamir burayı daha önce görmüştü.
Adam şefkatle gülümsedi. “Eyüp,” dedi.
Sarıyer’den Eyüp’e… Sahi, onca yolu koşarak mı gelmişti? Kafasındaki düşünceleri kenara atıp teşekkür etti. Yeni güne şimdiden iki teşekkür eklemişti. Adam yoluna devam ettiği sıra tekrar seslendi. “Buralarda dergah var mı?” diye sordu.
Gözlerine varana dek gülümsedi adam. Pamir’in arkasında kalan sokağın sonuna doğru elini salladı. “Pierre Loti’nin orada Kaşgari Dergahı var. Neden sordun?”
Adamın beyaz takkesi, onu çocukluğuna götürüvermişti. Belki bu sokak, çocukluğunun bir parçasıydı.
Nefesini tuttu ve düşündü. Kaşgari Dergahını hatırlamaya çalıştı.
“Hiç,” diye geveledi. “Ben hiç dergah görmedim de merak ettim.”
Elini, Pamir’in omzuna koydu Adam. “Şu sıralar tamirde, gitsen de göremezsin.”
Başını salladı Pamir. Sonra da kaçarcasına iyi günler dileyip yoluna koyuldu.