CİNAYET TOHUMU / Bölüm 24

CELLAT

  Öyle güzel, öyle masum görünüyordu ki Cellat; kimse onun acımasız bir katil olabileceğini akıl edemezdi. Onlar da akıl edemedi, kapılarını çalan tanıdık gözleri içeri aldılar.

 Ağlaya ağlaya anlattı Cellat. “Ailemi katlettiler, ellerinden zor kaçtım,” dedi. İnandılar. Kadın, Celladı banyoya soktu. Bir güzel yıkadı, temizledi. Ona kendi elbiselerinden verdi.

  Adam kapıyı açtığında kızın uzattığı kağıda baktı. Kendi el yazısında kayboluverdi. Yıllar öncesi canlandı. “Biz hep burada olacağız, günü geldiğinde geri dön,” demiş ve iç çekip, “Pamir’i alıp dön,” diye eklemişti. Pamir… Ah, içi yandı adamın. Nasıl da izin vermişti, nasıl da Pamir’in ellerinden kayıp gitmesine sessiz kalabilmişti? İçinde hep bir umut vardı. Geri döneceğine dair, o Küçük Adam’ın annesinin elini tutarak geri geleceğine dair hep umudu vardı. Bu yüzden kadına, Pamir’in annesine bu kağıdı vermişti.

Geç diye bir şey yoktur Nur. Ne vakit olursa olsun gel, geç kalmayacaksın.

Olurda mahalle, sokak adı değişir de bulamazsan: Burası Pierre Loti’ye giden yokuşun altındaki o dar sokak. Burası senin her daim evin kalacak yer: Eyüp.

Karşı Komşun, Arif Özkerim. Namı Diğer Cami Hocası…

  Karısı yanına geldi Adamın, elini omzuna koydu. Yorgun gözlerle karısına baktı Arif. Pes edercesine gülümsedi.

“Umutların boşa çıkmayacağını bir kez daha gösterdin,” dedi Karısı Birgül.

 Başını yorgun şekilde iki yana salladı. “Gelen ne Nur, ne de Pamir. Üstelik kızın anlattıklarını duydun,” boğazı düğümlendi. “O ölmüş…”

“Sence bir abisi olduğunu biliyor mu?” diye fısıldadı Birgül.

“Bilmiyorum. Nerede şimdi?”

“Zavallı kız, o kadar çok korkmuş ki, yıkanırken bile beni yanında istedi. Şimdi giyiniyor.”

  Çok geçmeden yanlarına geldi Cellat. Titreyen ellerini kucağına koyarak oturdu. Karşısındaki yaşlı çifte baktı.

“Özür dilerim, annem bu adresi sakladığına göre, güvenilecek bir yer diye düşündüm. Size gelmemin nede…”

“Lütfen kızım,” diyerek susturdu Arif. “Bu kağıdı annene ben vermiştim. Buraya gelmekte doğru olanı yaptın. Adın ne demiştin?”

“Nergis.”

“Annenin tıpkısısın Nergis. Evimize hoş geldin.”

  Evet, Celladın adı Nergis’ti. O, Nurperi’nin kızıydı. Başkomiser Pamir Dinçer’in kız kardeşi. Doğduğu günden beri çekmediği eziyet kalmamıştı. Nihayetinde kendini kaybetmiş ve intikam için plan yapmıştı. Planı kusursuz işlemiş, her şey tam da düşündüğü gibi ilerlemişti.

“Şey,” sıkıntıyla ellerini ovuşturdu Nergis. “Bana evinizi açmakla çok büyük bir iyilik zaten yaptınız, fakat sizden bir şey isteyebilir miyim?”

“Tabii,” dedi Arif.

“Annem ölmeden önce bana bir şey anlattı,” derin bir iç çekip, gözlerini acıyla kapatıp açtı. “Benim bir abim varmış.”

 Arif’in yüreğinde koca bir yangın çıktı. Kımıldamamaya özen göstererek, Nergis’in doğruca gözlerine baktı.

“Uzun yıllar önce annem onu çocuk yuvasına bırakmış. Belki biliyorsunuzdur?”

 O kara gün belirdi Arif’in karşısında, yutkunamadı.

  Nergis’in dudakları ağlayacakmışçasına titredi. “Tüm ailemi kaybettim. Kimsem kalmadı. Sadece,” yavaşça aşağı sarktı dudağı. “Sadece abim var. Adı Pamir Dinçer.” Gözlerini kapatıp açtı. “Annem her zaman, kalbi güzel insanların istediği her şeyi Allah’ın vereceğini söylerdi. Sizler iyi insanlarsınız. Bana kapınızı açtınız. Yıllar önce de anneme bu notu verip, evinizi evi olarak görmesini istemişsiniz. Kocaman bir kalbiniz olmasa evinizin kapısını bize açık tutmazdınız.” Bir anlığına susup, Arif ve Birgül’ün yüzüne baktı. “Şey,” diye geveledi. “Abimi bulmak istiyorum. O benim tek ailem. Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.”

 Boğazında yumruk etkisi bırakan tükürüğü yuttu Arif. “Abini tanıyordum, onu oğlum gibi severdim,” diyemedi. Karısı, Arif’in içinde bulunduğu durumu anlayarak öne atıldı.

 Birgül, “Önce yemek yemelisin. Bu konuyu karnın doyduktan sonra konuşalım, olur mu?” dedi.

 Gülümseyerek ayağa kalktı Nergis. Ah, ne de güzel bir gülümsemeydi bu. Yaşanan tüm acıları kapatmaya çalışan, yeni bir umut, yeni bir hayat başlangıcı adeta.

  Arif, ikisi odadan çıkınca başını elleri arasına alıp düşündü. Pamir’i düşündü, Küçük Adamı… Sonra annesini, onun çaresizce bakan mavi gözlerini, alnındaki dikiş izini.. Duyduğu çığlıkları. Ellerini saçlarından geçirip, kulaklarını kapattı. “Doğru olan buydu,” diye mırıldandı, tam otuz bir yıldır yaptığı gibi.

 Ayağa kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Camı açıp karanlığa baktı. Saatler önce kapısını çalan bu kıza sokak ortasında rastlasa Nur sanırdı. Tekrar düşündü. Nergis’in kapıyı çalışını. Neden otuz bir yıldır bu evden taşınmadığı gerçeğini…

 Derin bir nefes alıp camı kapattı. Başını cama yasladı ve kararını verdi.

  Yapacaktı, canı pahasına Pamir’i bulacaktı. Bunu yıllar önce yapması gerekiyordu ama geç diye bir şey yoktu, değil mi? Kendi yazmıştı.“İnşallah geç kalmamışımdır,” diye mırıldandı. Bunca geçen yılı geri alamazdı ama Nergis’e yeni bir hayat verebilmek için, geçmişiyle yüzleşebilirdi. Bu kız masumdu. En azından Arif öyle sanıyordu.

BÖLÜM 24

  Yedinci kurban Lalehan Arasın’ın otopsi raporu masada duruyordu. Pamir’in bakışları doğruca sonuçtaydı. “Bu iş artık çığırından çıktı!” dedi. “Bizimle oyun oynuyor,” diyerek derin bir soluk verdi ve ayağa kalkıp, maktullerin fotoğraflarının ve bilgilerinin yazılı olduğu beyaz tahtaya doğru yürüdü. “En baştan başlayalım.” Eline kalemi aldı. “İlk üç kurban kalp krizi geçirdi. Üçüncü kurban bir çocuktu: Ailesi tarafından terk edilmiş bir çocuk. Birinci ve ikinci kurbanımızın ailesi yoktu ve yurt çalışanıydı. Üçü de terk edilmiş, üçü de kimsesiz.” Kısa bir an ekibine baktı. “Sonraki üç kurbanımız. Dört, beş ve altıncı kurban intihar ediyor ve intihar edenlerin üçüncüsü bir çocuk. Arcan’ı ve Tulü’yu bulduğumuzda intihardan ziyade işkence edilmiş gibiydi. Sonuç ne çıktı?” güldü. “İntihar! Peki çocuk? Onu gördünüz, bir gariplik vardı. Üstelik bu üçünde sırlar gizli.” Bir anda susup kaşlarını çattı. “Hülya Bozlak’tan bir haber var mı?”

“Maalesef Başkomiserim,” dedi İnci.

“Ya bekçi? O da mı hala kayıp?”

Bu kez sadece başını salladı İnci.

“Lalehan Arasın için ne düşünüyorsun?” diye sordu Orhan.

 Pamir kalemi tutan sağ elini Lalehan’ın fotoğrafının altına getirdi. “Komik değil mi sizce de? Ulu orta, kalabalığın ortasında yurt müdürü baygınlık geçiyor. Bir bakıyorlar ölmüş. Otopsi istiyoruz. Sonuç ne?” yavaşça yazmaya başladı. “Eminim ki, sekizinci ve dokuzuncu kurban da var. Bugün saat üçte, öğleden sonra üçte, Lalehan’ın ölüm saatinde, sekizinci kurban ölecek. Otopsi yapılacak ve aynı sonuç!” göğsünü şişirdi ve son harfi yazıp ünlem koyarken gürledi. “Solunum yetmezliği!” Öfkeyle, sol elini tahtaya vurdu. “Dokuzuncu kurban da solunum yetmezliğinden ölecek. Çünkü katilimiz, kurbanlarının ölüm nedenlerine göre yapıyor üçlemeyi. Her üçte bir, ölüm nedeni değişiyor. Ama temel aynı: Hepsinin ortak noktası kimsesizler yurdu.”

  Katil, karısı Fulya’ydı. Pamir buna çoktan inanmıştı. Karısı, kimsesizleri seçmişti çünkü hedefi kocasıydı. Kocası da kimsesizdi.

 Lalehan’ın bileklerinden çıkan lalelerde farklı bir zehre rastlanıldı. “Sodyum Siyanit”. Endüstriyel bir reaktif madde olan Sodyum Siyanit’in hedef noktası solunum sistemidir. Öyle ki sitokrom c oksidaz isimli bir enzimi inhibe eder ve oksijen deryasında olunsa dahi oksijensizlikten dolayı ölüme sebep olur.

 Başar ve Begüm, Işıkhan’ın evlat edinildiği yurtta bir ortak nokta bulmuştu. Pamir sessizliğe bürününce, Başar izin isteyip anlatmaya başladı.

“Orada bir tablo gözüme çarptı. Onu daha önce de gördüğümü hatırladım. Pervin Geray’ın çalıştığı yurtta görmüştüm. Çocuklardan birinin çizdiği sıradan bir resim sanmış, üstünde durmamıştım. Dün aynı tabloyu yine görünce, sordum. Bir at çiftliği resmi.” Sıkıntıyla sustu Başar. Sesini çıkarmadan ona bakmaya devam edince Başkomiseri, o da devam etti. “Tablodaki at çiftliği, kimsesiz çocukların, dahası şimdiye kadar ki yedi yurdun da hepsinin düzenli gittiği bir çiftlikmiş. Dün tabloyu görünce, öteki yurtların da gidip gitmediğini soruşturdum. Çiftlik Polonezköy’de. İzniniz olursa bugün çiftliğe gidip bir bakalım diyoruz?”

“Kimmiş sahibi?” diye sordu Pamir.

“Ahsena Akyürek adında genç bir bayan. Bildiğimiz tek bilgi bu.”

 Bileğindeki saate baktı. Öğlen olmak üzereydi. “Tamam, Begüm’le beraber gidin,” deyip Orhan ve Mithat’a baktı. “Biz de Emirgan Lale Korosuna gidiyoruz. Orhan, sen bir ekip daha ayarla. Koronun her yerinde adamlarımız olacak,” dedikten sonra  zafer kazanmışçasına sırıttı. “Onu bugün içeri tıkacağız!” diyerek İnci’ye döndü, beklemesi gerektiğini gösteren bir el hareketi yaptı ve herkesin çıkmasını bekledi.

 Herkes odadan çıktığında cebinden fotoğrafı çıkarıp İnci’ye uzattı. “Fotoğraftaki kız, Aykut Aslanoğlu’nun kızıymış. Nergis Aslanoğlu. Kız kayıp. Bir araştır bakalım, onun hakkında ne bulabiliyoruz.”

 İnci şaşkınlıkla, “Ama..” diye geveledi.

“Dosya önce bizden alındı, sonra da kapatıldı. Bunları biliyorum. Sana sadece bir isim ve fotoğraf verdim. Araştıracaksın, hepsi bu.”

“Ukalalık etmek istemem ama kayıp büroya vermemiz daha doğru olmaz mıydı?”

“İnci…” gözlerini yumup iç çekti. “Bu kız hakkında ne bulabilirsen, hepsini istiyorum.”

“Bak, bu iş riskli. Benim için değil, senin için Pamir, başkomiserliğin için. Bu ekip sen olmadan olmaz. Lütfen, riske girmeden önce iki kere düşün.”

“Araştıracak mısın, araştırmayacak mısın?”

 İç çekti İnci. “Bu dosya neden bu kadar önemli?”

“Bir daha sormayacağım İnci. Şayet araştırmayacaksan, kendi işimi kendim yaparım.”

 Omuzlarını düşürüp, gözlerini devirerek fotoğrafı Pamir’den aldı. “Akşama eline dosyayı veririm.”

  Emirgan Lale Korosunun etrafı sivil polislerle çevrildi. Saat iki civarında, Pamir’in kulağında takılı olan kulaklıktan İsa’nın hararetli sesi duyuldu.

 İsa’yı güvenlik kameralarının başına oturtmuşlardı. Neyse ki, dün bozuk olan kameralar, bugün sağlamdı.

“Olası kurbanı görüyorum,” dedi İsa. “Genç bir erkek. Yanında bir bayan ve adamın bileklerinde laleler var. Söylediğiniz gibi.”

 Burnundan aldığı nefesi verirken, “Tam olarak neredeler?” diye sordu.

  Bu sene Mart ayı sıcaktı. Laleler erken açmış, ilkbahar yakarak gelmişti: Önce ülkeyi, sonra toprağı; şimdi de sıra Başkomiser Pamir Dinçer’deydi. Martın ikinci günü düşürmüştü koru içine, sonra usulca alev aldı: Önce yüreğinin en derini yandı, ardından yavaş yavaş yayıldı. İçinde yer kalmayınca dışına taştı. Başlarda öfke olarak raks etti amma şimdi gerçeği hissediyordu. Öfke değil, acı… Saldırmak değil, ağlamak istiyordu. O hep terk edilen olmuştu. Sevdiği kim varsa terk etmişti onu. Aslında canı yanmamalıydı. Annesi bile vazgeçmişti ondan. ANNESİ BİLE! Babasıyla ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Ya ölmüş, ya da gitmişti: Gerçi ikisi de aynı şey değil miydi? Sonuçta babasızdı işte! Ömrü boyunca “baba” dediği bir an olmuş muydu, onu da bilmiyordu ya. Geçen gün hatırladığı Çocukluğu “baba” diye ağlıyordu amma Pamir o ilk yedi seneyi unutmuştu. Yurdun kapısından girdiği an kimsesizdi. Niye hatırlayıp, çocuk ruhuna zarar verecekti ki? O da doğrusunu yaptı, unuttu. Ta ki annesi, onunla alay edercesine ölene dek! Ona sormayı istediği ama gururunun soramayacağı soruları vardı. Şimdi temelli cevapsız kalmışlardı. “Neden?” demek isterdi gurursuz yanı, “Neden anne? Neden beni terk ettikten sonra başka bir çocuk doğurdun?” diye sormak isterdi. Neden terk ettiğini bilmeyi istemiyordu, sonrasında niye başka çocuğa, hatta çocuklara anne olduğunu bilmek istiyordu.

 Önce muhtemelen babası terk etmişti onu. Sonra annesi. Annesiyle birlikte o çok sevdiği Hocası, onun iyilik meleği karısı… Onlar da sessizce çıkıp gitmişlerdi, Çocuk Pamir’in hayatından. Yıllarca terk edilmemek için kimseyi sevmedi. Tek kişi hariç. Erdem… Erdem onun yurtta tanıdığı ve yanından hiç ayırmadığı kan kardeşiydi. Fakat onu da toprağa koymuştu. Yine kimsesiz kalmıştı. Ta ki aklını başından alan, kalbine aşkı getiren o kadına dek. Fulya’ya dek yapayalnızdı. Ona öyle çok güvendi ki, kocası oldu onun. Ne terk edecek, ne terk edilecekti bundan böyle.

 Gözleriyle görmese, bu kez inanmazdı. Yine bittiğine, yine yalnız kaldığına, yine kimsesiz olduğuna… Ama bu onun kaçınılmaz yaşamıydı. Pamir, dünyaya terk edilmek için gelmişti. Onu ANNESİ BİLE terk etmişti, sevdiği kadın mı etmeyecekti?!

  İşte, gözlerinin önündeydi her şey. Bugünü unutmayacaktı, annesinin onu terk ettiği gün gibi yapmayacaktı. Unutmayacaktı ki, yeniden onu terk edecek birini almasın hayatına.

  Gözlerinin yaşarmasına izin vermemeliydi. Terk edilen olabilirdi ama aciz değildi. O güçlü bir Başkomiserdi. Annesi terk ederken bile ağlamamıştı, şimdi mi ağlayacaktı? Yapmayacaktı. Kimsesiz insanların canına kıyan bir kadın için gözyaşı dökmeyecekti. Derin bir soluk aldı, omuzlarını dikleştirdi. Belindeki silahı titreyen elleri arasına alıp, onlara doğru yürüdü. “Etrafınız çevrildi,” yutkundu. “Polis!” Göz göze geldiler. “Kıpırdama,” demesiyle tüm silahlar onlara doğruldu. Uzaktan koşan Orhan’la Mithat ve kameranın başındaki İsa hariç, hepsi..

“Pamir…” diye geveledi kadın.

“Ellerini havaya kaldır!”

 Orhan koşarken avazı çıktığınca, “Pamir!” diye bağırıyordu. “Ne yapıyorsun! İndir silahını!” nefes nefese, kan ter içinde silahların önüne atıldı ve hiddetle gürledi. “Ne yapıyorsunuz ya!”

 Arkasından Mithat yetişti. “İndirin şunları!” diye bağırdı. Fakat Pamir’in bakışı öylesine kararlıydı ki, kimse doğrulttuğu silahını indiremedi.

“Güzel oyundu. Benimle ve ekibimle güzel oynadın. Ama yolun sonuna geldin. Kanun namına seni tutukluyorum,” dedi Pamir, gözlerini bir an kırpmaksızın.

 Yutkunarak uzattı ellerini kadın, Pamir’e doğru. “Tamam, sen kazandın.”

“İndir ellerini, Fulya!” diye bağırdı Orhan ve Pamir’in önüne attı bedenini. “Kendine gel! Karşındaki senin karın!”

 Elinin tersiyle itti Orhan’ı. Silahını bırakmadan, belindeki kelepçeyi çıkardı.

“Yapmayın Başkomiserim…” diye mırıldandı Mithat.

 Ellerini saçlarından geçirerek çırpındı, Orhan. “Bari herkesin içinde yapma be Adam!”

  Kelepçeyi karısının bileklerine taktı Başkomiser. “Onu emniyete götürün,” diyerek uzaklaştı karısından. İki polis hemen koşup Fulya’yı tuttu.

 Herkes o kadar çok ikisine odaklanmıştı ki, Fulya’nın yanındaki Genç Adamın yere düşüşünü gören olmamıştı.

“Orhan Komserim! Başkomiserim!” diye bağırdı Mithat. Genç Adamı fark eder etmez.

 Orhan, Mithat’a doğru eğilip fısıldadı. “Sen bu adamla ilgilen, ben Fulya’nın peşinden gidiyorum.”

“Onu hapse atmalarına izin vermeyin, Komserim.”

 Başını sallayarak doğruldu Orhan. Birden Pamir’le çarpıştı. “Sorgusuna girmeyeceksin Orhan!” dedi Pamir.

“Hata yapıyorsun Pamir. Çok büyük bir hata yapıyorsun!”

“Girmeyeceksin dedim!”

“İşimi sana soracak değilim. Emrimi Amirimden alırım,” diyerek omzuna vurdu Pamir’in ve Fulya’nın peşinden koştu.

 Yerdeki adamın nabzına baktı Mithat. İç geçirdi ve Pamir’e doğru döndü. “Adam öldü, Başkomiserim.”

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: