CİNAYET TOHUMU / Bölüm 28

(Sedat Amir, İnci’yi aramadan önce…)

  Üçü de aynı şeyi düşünüyordu ama dillendirmek istemediler. Dillendirirlerse gerçek olacağından korktular. Sanki gizli kalırsa, gerçek olmayacakmış gibi.

“Amaaan!” dedi İnci. Dosyaları kenara itip Begüm’e döndü. “Begüm konuşsun biraz da.”

 Adını duyan Begüm, gözlerini patlatarak bakınca, meydanı evlilere bırakmış oldu. Begüm hariç herkes Başar’a olan sevgisinin farkındaydı. Begüm aşktan korkmasa, mutlu bir çift olurlardı.

 Zamanında Fulya da korkmuş muydu aşktan? Begüm’ün, Başar’ın adını duyduğunda değişen bakışlarında kendi geçmişini gördü. Hayır, Fulya hiç korkmamıştı. Elini, Begüm’ün elinin üstüne koydu. “Aşkı görmezden gelme, Begüm,” dedi. “İnan bana, doğru kişi olduğunda aşk hiçte korkulacak bir şey değil.”

 İnci seslice iç çekip, “Başar’ın pantolonu yırtıktı. Nasıl yırtıldı?” diye sorunca Begüm’ün anında yüzü kızardı.

Omuzlarını silkti Begüm. Tam ağzını açmıştı ki, İnci’nin telefonu imdadına yetişircesine çaldı. Arayan Sedat Amirdi. İnci telefonu kapatır kapatmaz hepsi bir araştırmaya koyuldu.

 Orhan ve Pamir arabada baş başa kaldıklarında, “Kemal aradı mı seni?” diye sordu Orhan.

 Pamir doğruyu söylemek yerine, “Hayır” diyerek geçiştirmek istedi. Doğruyu söylerse işin içinden nasıl çıkardı bilemiyordu. Şuan annesini düşünmek istemiyordu. Tek istediği sessiz bir şekilde yol almaktı. Fakat Orhan’ın susmaya niyeti yoktu. İkinci sorusunu sordu.

 “Fulya’yı niye tutukladın?”

 Onu tutuklarken kendinden emindi. Karısı, Lale Dalı Cinayetlerinin baş şüphelisiydi. Ama şimdi… Neredeyse adından dahi emin değilmiş gibi hissediyordu. Pamir sessiz kalınca Orhan konuşmaya devam etti.

“Emniyete girer girmez Sedat Amirim çıkardı kelepçeyi. Direndi bize baya. Sen takmışsın, sen çıkartacakmışsın. Ama tabi, dinler mi Sedat Amir. Eğer orada olsaydın, seni bir kaşık su da boğardı. Dua et hala Başkomisersin.”

 Derin bir iç çekti, “Günlerim sayılı,” diye geveledi.

 Orhan’ın, “Ölecek misin?” diye alay etmesine aldırış etmeden omuzlarını silkti Pamir.

“İstifa edeceğim.”

 Eğer Pamir’in sesi son derece emin bir şekilde çıkmasaydı, Orhan sadece güler geçerdi. Oysa Pamir’in ne derece ciddi olduğunu fark etmiş ve arabayı kenara çekmişti. “Ne diyorsun sen? Delirdin mi!”

“Ya ne yapayım Orhan? Herifin birine, katilin birini saklayacağıma dair söz verdim. Ve lanet olsun ki, o katili gerçekten saklamak istiyorum! Söyle şimdi, katil saklayan Başkomiser mi olur?”

“Aklını kaçırmışsın sen! O kızın katil olup olmadığını bile bilmiyoruz. Mesleği bırakmak nedir!” Bazen Orhan, Pamir’e tahammül edemediğini hissederdi. Elinde olsaydı onu zincirle bağlar, bir zindana atardı. Pamir insan olduğunu hatırlayana kadar onu zindanda aç ve susuz bırakırdı. Çünkü bazen hakikaten bir insan gibi davranmıyordu. “Allah aşkına, Pamir! Sen bugün karının bileklerine kelepçe taktın! Karısını tutuklamış herifsin ulan sen!”

“Aynı şey değil.”

“Neden aynı şey değil? Karını, annen doğurmadı diye mi?” duraksadı Orhan. “Annen! Tabi ya! Aradı Kemal. Niye sana sorup, bana yalan söylemene izin verdiysem! O kadın senin annen, di mi? Yıllar önce seni terk edip giden kadının, seni tercih ettiği kızı için mesleği bile bırakıyorsun; ama seni her koşulda seven kadının gözünün yaşına bakmadan, tutuklayıp içeri tıkabiliyorsun! Vay be!”

 Tüm bu laflara cevap vermeksizin gözlerini yumdu Pamir.  

Orhan başını iki yana sallayarak, içindeki nefesi dışarı bıraktı. “Seni anlamaya çalışıyorum, Pamir.”

 Bir süre araba park halinde, içindekiler sükut halinde kaldı. Pamir o sessizlikte Orhan’ın aslında ne kadar inatçı bir adam olduğunu anladı. Pes etmeyecekti. Burada yenilmesi gereken kendisiydi. Pes etti. “Kemal aradı bugün,” diye anlatmaya başladı. “O aradığında neredeydim tahmin bile edemezsin!” güldü. “Annemle yaşadığımız o evin önünde. Ben tam ordayken aradı Kemal. Üstelik aradığında orasının, o ev olduğunu hatırlamıyordum. Telefonu kapatınca, yedi yaşında unuttuğum geçmişim…

 Hani sorup duruyorsun ya.. Onu buzlukta görmemle başladı geri gelmeye. Ne unuttuysam bir bir… Hatırladıkça, yedi yaşından sonra büründüğüm adamı unutmaya başladım. Geçmişime karşılık şimdiyi unuttum. İkisi arasında yok oldum, Orhan.

 Sonra bugün o evi hatırlayınca, unuttuğum her şey geri döndü. Annemin neden beni bıraktığına dek, hepsi.” Gözlerini kapatıp yutkundu. “Çok geçmeden karşıma karım çıktı, hem de sıradaki kurbanın yanındaydı! İki benliğin arasında yok olmuştum. O sırada karşımdaki kişi karım değildi sanki.” Gözlerini açıp Orhan’a baktı. “Nasıl yapabildim bilmiyorum, Orhan. Bunu Fulya’ya nasıl yapabildim, bilmiyorum.” Gözlerini avuçlarına silip nefes aldı. “Tek bildiğim, Nergis’i bulmak zorunda olduğum.”

  Armağan Yücel. “02.01.1988” yılında, İstanbul / Kadıköy de doğdu. “08.12.2003” yılında hırsızlık yaparken yakalandı. Annesi Kader Yücel, sabıkalı bir hırsızdı, “1998” yılında hırsızlık yaptığı evin sahibi tarafından vurularak öldürüldü. Annesinin ölümünden beş yıl sonra hırsızlık yaparken yakalandı ve ıslah evine kondu. On sekiz yaşına geldiğinde, (2008 yılında) tahliye oldu.

  Üç kadın birden bilgisayar ekranına gömülmüş, yazıları okuyordu. “Fotoğrafını büyütebilir misin?” diye sordu Fulya. İnci yazıların üstündeki vesikalığa tıklayarak büyüttü. Fulya dikkatle fotoğrafa baktı. Onu daha önce görmüş gibiydi.

İnci bilgilere tekrar göz atarken, “Hülya Bozlak’la aynı sene, aynı ıslah evine girmiş,” dedi.

Fulya bir anlığına İnci’ye bakıp, “Arcan’ın sevgilisi Hülya Bozlak mı?” diye sordu.

“Evet, ama aslında öyle biri yok. Hülya Bozlak 2012 yılında ölmüş ve cesedini taşıyan araç kaza yapmış. Hülya Bozlak o kazada ortadan kaybolmuş. Sanırım Amirim ya da Pamir, Hülya Bozlak’ı kaçırıp onun yerine geçen kişinin, onunla aynı koğuşta olan Yücel soyadındaki gizemli kız olduğunu düşündüler.”

 Fotoğrafa bir kez daha baktı Fulya.

“Ama bu fotoğraftaki kız,” diye araya girdi Begüm. “Bizim evine gittiğimiz Hülya’ya benzemiyor.”

  Hülya Bozlak, hafif buğday tenliydi. Armağan Yücel daha beyazdı. İkisinin de siyah cılız saçları vardı ama gözleri ve yanakları farklıydı. Hülya’nın siyah gözleri, kırmızı yanakları vardı. Armağan’ın gözleri sarıya çalıyordu, yanakları da oldukça beyazdı.

“Meltem Abla…” diye mırıldandı Fulya. İnci ve Begüm merakla ona bakınca devam etti. “Kızın kime benzediğini buldum. Meltem Ablaya benziyor.”

İnci kaşlarını çatarak, “Arcan’ın annesi Meltem mi?” diye sordu.

 Hayret içinde başını salladı Fulya. Üçü birbirine sessizce bakarken, Orhan geldi yanlarına. Sessizliği öksürüğüyle bozup, Fulya’yı çağırdı. Pamir dışarda onu bekliyordu.

  Karısı yanına geldiğinde ona ne söyleyecekti Pamir? “Aptalın tekiyim” mi diyecekti? Ayaklarına kapanıp özür mü dileyecekti? “Yok artık, daha neler!” diye geçirdi içinden. Sırtını arabaya yaslamış, başını yıldızlara doğru kaldırmıştı. İçi donuyor, bacakları titriyordu. Ne söyleyeceğini, Fulya’yı görünce ne yapacağını hiç bilmiyordu.

  Kocasını görünce içinde oluşan tüm buz eriyip gitti Fulya’nın. Onu ne kadar çok sevdiğini, arabaya yaslanmış olan arka profilinden bile anlayabiliyordu. Son zamanlarda yaşadıklarına hala inanamıyor, Pamir’e konduramıyordu. Sanki, bileklerine acımasızca kelepçe takan adam, kendi kocası değilmiş gibiydi.

 Pamir’e doğru ağır ağır yürüdü. Yaklaştıkça küle döndü. Tek bir şey istiyordu: Kocası ona gülümseyerek dönsün ve kollarını açsın. Hiç düşünmeden atılırdı o kollara. Bir adım daha attığı sıra, arkasından biri kolunu tuttu. Kalbi bir anda ağzına fırladı. Gergin bir şekilde arkasını döndü. Kaşları çatılmış, tüyleri dikelmişti.

“Seni korkutmak istememiştim,” diye fısıldadı Orhan.

 Farkında olmadan tuttuğu nefesini bıraktı. “Ne oldu?”

“Sana söylemem gereken bir şey var. Pamir’le konuşmadan önce bilmen gereken bir şey.” Soru dolu gözlerle baktı Fulya.

  İşte duydu Pamir, unutmamıştı. Oysa geri dönen geçmişinin, ona her şeyi unutturduğunu sanıyordu. Ama O unutmamıştı: Karısının attığı adımların sesini, saçlarından süzülen kokunun güzelliğini.. Sırtını arabadan çekti ve arkasına döndü, yüzünü karısına doğru. Oydu işte; gül kokusunun burnunu okşadığı, adımlarının kulağında çalındığı… Rüzgar, koyu sarı dalgalı saçını yüzüne vurduruyordu. Gözlerine baktı Pamir. Islak mıydı karısının gözleri? Onu gördüğünde donup kalmıştı. Hareket edemiyordu. Oysa koşmak istiyor, karısını kollarına alıp yaşlarını silmek istiyordu.

 Fulya durmamıştı. Yavaşça gelmeye devam ediyordu. Tam karşısına gelince durdu. Aralarında, Pamir’in onu kollarına alabileceği kadar kısa bir mesafe kalmıştı.

“Ne isterdim biliyor musun, Pamir? Şimdi bir şimşek çaksın. Gök öyle bir gürlesin ki, içimizde ne varsa yıksın. Seni de yıksın, beni de yıksın. Bizi yok etsin. Sonra bulutlar sevişsin, yağmur yağsın. İnsin damlalar toprağa. Önce dünyayı yıkasın, ardından bizi. İçimizle başlasın, gözlerimize dek yıkanalım. O kadar çok yıkasın ki yağmur bizi, eriyip çamur olalım. Toprağa karışalım ve yeniden filizlenelim.

 En başa dönsek keşke. Sonra ben yine sana gelsem. Sen yine beni itsen. Ben yine düşsem. Sonra tutsan ve kaldırsan beni. İnandırsan gitmeyeceğine ve bu kez hakikaten gitmesen Pamir. Bir değil, iki değil, bu kaçıncı bilmiyorum! Farkında değil misin? Ben değil, sendin terk eden! En baştan beri hep sen gitmiştin. Bizim aşkımızda terk edilen bendim, Pamir.

 Sen sandın ki, her kadın Nurperi gibi. Hayır, yanıldın Başkomiser! Nasıl ki yürüttüğün cinayet dosyasının katilinde yanıldıysan, aşkta da yanıldın. Üstelik sen sadece yanılmakla kalmadın. Sen, senin için neler yaptığımı da unuttun. Ben senin için babamı bile silmiştim, hatırlıyor musun?

 Yedi yıl hayatında olup seni terk eden kadın için, yedi yıldır sana canını veren bu kadını terk ettin. Üstelik utanmadan, ikinci kez terk edildiğini mi düşündün! Ne o, yedi senin için uğursuz bir rakam mı? Yedi yıl sonra, yanında olan her kadın seni bırakıp gidecek diye bir kaiden mi var senin? Konuşsana Pamir? Bir şey söylesene? ‘Gitme diye, beni terk etme diye bileklerine kelepçe taktım’ desene. ‘Terk edilmekten korkuyorum. Sen de annem gibi beni terk etme diye, seni hapsetmek istedim’ desene! Bir şey söylesene Pamir! Konuş artık, susma!”

 Bakışlarını yere indirdi Pamir. Şimdi büsbütün ne söyleyeceğini bilmiyordu. Fulya haklıydı, evlenmeden evvel de birkaç kez onu bırakıp gitmişti.

“Senin aşık olduğun adamın, senden başka hiçbir şeyi yoktu Fulya. Bir tek Erdem’i vardı, onu da ölüme vermişti. Sen benim her şeyimdin. Dünyanın bana sunduğu en güzel hediye. Annesinin bile istemediği bir çocuğu, dünyanın en güzel kadını sevmişti. Sahip olamayacağım kadar güzeldin. Rüya gibiydi. Her sabah uyandığımda, ‘acaba rüya mıydı?’ diyerek uyanmama sebeptin. Evliyken bile, aynı yatakta uyanmama rağmen ödüm kopardı: Bir sabah uyandığımda olmayacaksın diye. Çünkü beni annem bile terk etmişti, Fulya. Ben hayata yedi yaşında başlamıştım. İlk yedi yılımı, annemi unutabilmek için silip atmıştım. Özümde nasıl bir insan olduğumu bile bilmiyordum.

 Şimdi biliyorum. Ben özümde çok iyiymişim, biliyor musun? İyi bir çocukmuşum. Hatta inanmayacaksın ama dindarmışım. Cehennemden korkarmışım. Namaz kılmaya çalışırmışım. Akıllıymışım, usluymuşum. Ben iyi bir çocukmuşum.”

 İkisi de birbirine bakıp öylece sustu. Onlar yerine gökyüzü konuştu. Önce şimşek çaktı, ardından hiddetle gürledi. Çok geçmeden gözlerine düştü damlalar. Gülümsedi Fulya, tüm kalbiyle gülümsedi. Pamir de gülümsedi.

 Sırılsıklam olana dek göz göze kaldılar. Yağmuru kalplerine varana dek hissettiklerinde, artık hiçbir engel kalmamıştı. Dudağını yalvarırcasına aşağı sarkıttı Pamir, ıslak kollarını açtı. Beyaz dişlerini göstererek atıldı Fulya, ıslak kollarını doladı Pamir’in boynuna.

  Geçmişi olmayan bir Başkomiserle yaşamak sanıldığı kadar kolay değildi. Onların aşkı öyle büyüktü ki, kurşunlar bile yağmur damlası olmuştu.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: