CELLAT
Yavaş yavaş gücünü toparlıyordu Cellat. Birde kabusları olmasa, içi huzurlu olacaktı. Başını yastığa koyar koymaz başlıyorlar, Celladı rahat bırakmıyorlardı. En çokta yeğeni Timur rahatsız ediyordu, susmadan ağlıyor, “Nergis yapma” diye yalvarıyordu. Ama durmuyordu Cellat, tekrar ve tekrar işkence ediyordu ona.
Bu sabahta görmüştü onları. Yattığı yatakta doğrulup titredi. “Hak etmişlerdi, hepsi hak etmişti!” Az çekmemişti Cellat onlardan. Hani ne ekersen onu biçersin ya, işte aynısı olmuştu. Nergis’i Cellat, onlar yapmıştı!
Yataktan kalkıp, elini yüzünü yıkamaya gitti. Aynada kendine bakmadan geri döndü. Deri kaplı defteri aldı eline, tırnaklarını derisine geçirdi, dişlerini sıktı.
“Biraz olsun çabalasaydın anne, böyle olmayacaktı.”
Tırnaklarını deriden çıkarıp kilide dokundu. Defter kilitliydi, anahtarı yoktu. Cellat bir türlü açamamıştı onu. Aylar önce annesinin sandığından çalmış ve tüm gayretine rağmen açmayı başaramamıştı. Kilit deriye kazınmış; deri, defterle bir bütün olmuştu. Hiçbir anahtar açamazdı. Anahtarın ucu “ NP ” şeklindeydi.
Evin zili çaldı. Bir anda korkuyla sıçradı Cellat. Defteri düşürüverdi. Hızla yere eğilip aldı ve yastığın altına koydu. Gelenin kim olduğunu duyabilmek için nefesini tuttu. Çok geçmeden oda kapısı tıklandı, içeri Birgül girdi.
“Seni rahatsız ediyorum tatlım ama kızım geldi. Tanışmanızı istiyorum. Salona gelebilir misin?”
Başını sallayarak yanıt verdi Cellat. Gülümsedi Birgül ve usulca çıktı odadan.
Yüzündeki çizgiler yaşını ele veriyordu, Birgül’ün kızının. Fakat saçları o kadar gür ve uzundu ki, üstelik tek tel beyazı yoktu. Gözleri, kirpikleri ve saçları yaşını istemsiz gizliyordu. Siyahın muhteşem dansı süzülüyordu kadından. Saçlarındaki kıvrımlardan kirpiklerine düşüyor, oradan gözlerini öpüp kıyafetine iniyordu. Tek kelimeyle zarafet akıyordu kadından. Odaya giren Nergis’i görünce gülümseyerek ayağa kalkmış ve ona elini uzatmıştı. “Eda,” demişti, incecik narin sesiyle.
Kadın, onu öyle çok büyülemişti ki, bir an için adını unutmuştu Cellat. Eda’nın ince uzun parmaklarına bakıp, uzattığı eli yavaşça sıktı. “Nergis” diye geveledi.
“Eda, benim en küçük çocuğum,” diyerek araya girdi Birgül. “Ona senden bahsedince gelip tanışmak istedi.”
“Evet,” diye gülümsedi Eda, Nergis’in elini bırakırken. “Annem senden öyle çok bahsetti ki, görmek istedim. Gerçekten de annenin kopyası gibisin, sen de tıpkı onun gibi nefes kesici bir güzelliğe sahipsin.”
“Teşekkürler,” diye geveledi Cellat.
“İltifat etmiyorum, gerçeği söylüyorum. Nurperi Abla o kadar güzeldi ki, genç kızken ilerde ona benzemeyi isterdim.”
“Siz kendi güzelliğinizi hafife mi alıyorsunuz? Sahi yaşınız kaç, yirmi beş mi?”
Tatlı bir sesle güldü Eda. “Çok tatlısın hakikaten! Ah, nerde yirmi beş olduğum günler! Şimdi tamı tamına kırk sekiz yaşındayım.”
“Ciddi olamazsınız! Kesinlikle göstermiyorsunuz.”
“Herkes aynı şeyi söylüyor ama ruhum yaşımdan bile yaşlı.”
“Lafınızı balla kesiyorum hanımlar, otursanız diyorum, ayakta kaldınız.”
Nergis otururken Birgül’e döndü: “Siz kaç yaşındasınız?” diye sordu.
İç çekti Birgül. “Yetmiş iki.”
“Şaka yapıyorsunuz!”
“Yalnızca sağlıklı besleniyorum,” diyerek göz kırptı Birgül.
“Umarım bende sizin gibi olurum.”
Gülümsedi Eda. “Sen annen gibi olmaya devam et. O hayatımda gördüğüm en güzel kadındı.”
Sahteden bir tebessüm koydu Nergis dudağına. Annesine benzemekten her zaman nefret etmişti, başına ne geldiyse annesine olan benzerliğinden gelmişti. Biraz olsun babasına benzeseydi, sevilen bir çocuk olabilirdi.
Nergis, “Sizin çocuğunuz var mı?” diye sorunca yutkundu Eda, yüzündeki gülücük anında soldu. “Özür dilerim, sizi üzmek istememiştim.”
“Üzmedin tatlım, buna alıştım.” Dudaklarını zorla kıvırdı. “Benim hiç çocuğum olmadı. Eşimi evlendikten kısa süre sonra kaybettim. Ondan sonra bir daha evlenmedim.”
“Çok üzüldüm, başınız sağ olsun.”
“Sağ ol. Eğer bir gün aşık olursan, anne olmakta gecikme; sonra keşke deyince, yüreği çok acıyor bir kadının.”
İçi buz gibi olmuş, dışına belli etmemek için başını sallamıştı Nergis.
‘Annelik’… Nergis’in yüreğinin en derinine, çoktan gömülmüştü.
PAMİR ve EKİBİ
Ekip, toplantı masasında birleşti. Tüm oklar Ahsena Akyürek’i gösteriyordu. Yurtları birbirine bağlayan tek kişi O’ydu. Ayrıca çiftliğinde lale yetiştiriyordu. 29 şubat pazartesi gününden beri de atlarını yurtlara götürüyordu. Atının girdiği yerden, ölüm çıkıyordu.
Ahsena, 29 şubat pazartesi günü, Pervin Geray’ın sorumluluğunda, Sarıyer Kız Yetiştirme Yurduna götürmüştü üç atını. Atlarıyla birlikte yurttan ayrıldıktan saatler sonra ölmüştü Pervin. Fakat yurttaki kimse lalelerden bahsetmemişti. Pervin’in bileklerindeki laleler, Ahsena Akyürek’in atıyla gelmemişti. Pamir, laleleri Pervin’e Salim’in verdiğini düşünüyordu.
2 mart Perşembe günü, Ahsena Akyürek ve üç atı, Uysal Uçkan’ın çalıştığı yurda gelmişti. Aynı günün gecesinde Uysal ölmüştü.
“Ahsena Hanım lale getirdi mi?” diye sorduğunda Orhan, evet diyen olmadı.
Uysal’ın dövdüğü çocuk Bilal, Orhan’ın sorusuna gözlerini devirmiş ve: “Ahsena’nın kim olduğunu bilmiyorum. O da, atları da umurumda değil,” demişti.
Pamir, Bilal’in sorgusunu önüne alıp, adının altını çizdi ve kenara koydu.
4 mart cumartesi günü, Ahsena ve iki midillisi Eyüp Çocuk Yuvasına gitmişti. Yuvanın Müdüre Yardımcısı Esma Hanım, “Ahsena son derece nazik ve hoş biri,” diyerek onu anlattı. “Çocuklarla bizim kadar ilgilidir. Birkaç yıldır onunla çalışıyoruz. Gerçi çalışmak denmez, ortada parayla dönen bir şey yok. Ne O bizden alıyor, ne de biz ondan. Ayda bir çocukları at çiftliğine götürüyorduk. Bu ay aradı ve kendisi gelmek istediğini söyledi. Biz de kabul ettik. Çiftlikte bir takım yenilikler yaptırıyormuş. Çok heyecanlıydı, ‘Bir dahaki ay göreceksiniz, muhteşem oluyor,’ dedi.”
“Tam olarak kaç yıldır tanışıyorsunuz?” diye sormuştu Orhan.
“Yanılmıyorsam üç yıl oldu. Çiftliğini kendi yapmış, atlarını kendi almış; her şeyiyle kendi ilgilenir, kendi yapar. Çocukları ata bindirir, gezdirir ve atları sevdirir. Yardımcısı falan yok. Çiftlikle ilgilenen birkaç kişi var ama atlarla kimsenin ilgilenmesine izin verdiğini görmedim. Sordum bir keresinde, ‘yorulmuyor musun?’ diye. ‘Güvenemiyorum’ dedi.”
Arcan Ulus’un ölümü biraz olsun açıklığa kavuşmuş; Tulü Ray’ın ölümü ise hala bir sırdan ibaretti. Tulü’nün öğrencilerinin ve meslektaşlarının sorgusunda Ahsena’nın izine rastlayamamışlardı. Fakat Begüm’ün dikkatini, Tulü’nün öğrencisi Bahar çekmişti. Zaten Tulü’nün öldüğü gün de ilk ifade Bahar’a aitti. Kız, sorgu sırası bir garipti. Sürekli elleriyle oynamış ve her soruya bilmiyorum diye yanıt vermişti. Oysa ilk ifadesinde Alptekin Gündoğan’ın adını O vermişti.
Pamir, Bahar’ın adının da altını çizdi.
Ahsena Akyürek’in izi Arcan ve Tulü da koptuktan sonra Işıkhan da tekrardan gün yüzüne çıktı. Işıkhan’ın evlat edinildiği yuvanın müdürü, Işıkhan’ın öldüğü gecenin sabahında yurda geldiğini ve Ahsena Akyürek’in midillisine bindiğini doğruladı. “Işıkhan yuvaya sık sık gelirdi. İlk başlarda onu tanımamıştım. Sonradan ailesine haber vermek istedim, fakat o kadar çok ağladı ki, yapamadım. ‘Sadece burada arkadaşım var’ diyerek yalvardı. Kendi gibilerle arkadaşlık etmek istiyordu. Terk edilenlerle…”
8 mart Salı, Dünya Kadınlar Gününde Ahsena Akyürek bir kız yurdundaydı. Lalehan Arasın’ın müdiresi olduğu yurt: ‘Güzel Yarınlar’. Anlatılanlara göre Ahsena’yla Lalehan’ın arası iyiymiş. Fakat kimse Ahsena’nın lale getirdiğini görmemiş. Ki zaten Lalehan’a laleleri veren Kestane isimli küçük kızdı. Kestane’yi sorgu odasına almadan, Ahsena’yı ve onun atlarını sordu Begüm. Kestane anında hayran kesilip, anlatmaya başladı. Ahsena’yı sevmeyen, onun hakkında tek kötü söz eden yoktu. Herkes ona ve atlarına hayrandı.
Lalehan Arasın soruşturmasında dikkati, Begüm’ün Mihri’yle yaptığı konuşma çekti. Bu dosyayı, Mihri’nin çarpıcı sözleri hem kilitliyor hem de kilidin anahtarı görevini taşıyordu.
“Lalehan Hanımla aran nasıldı? İyi bir yardımcı mıydın ona?”
“Her müdüre yardımcısının görevlerini en iyi şekilde yapıyorum.”
“Ama şuan bir müdireniz yok? Geçici müdire sen misin?”
“Yeni biri atanana kadar, evet.”
“Çocuklarla aran nasıl?”
“İyi.”
“Ne kadar iyi?”
“Bakın, Lalehan Hanım gözümüzün önünde öldü. Onu ben öldürmedim. Neden sorgudayım?”
“Çünkü sizi sorguya alabilme yetkimiz var ve aldık.”
“Ne bilmek istiyorsunuz?”
“Çocuklara nasıl davrandığını.”
“Bunun Lalehan Hanımın ölümüyle ne alakası var?”
“Sence sordukların, benim için bir önem taşıyor mu? Burada soruları ben soracağım. Sen de cevap vereceksin! Şimdi konuş: Kızlara neden ceza veriyorsun?”
“Onlara ceza vermiyorum!”
“Neden vermiyorsun ki? Ben olsam verirdim. Sonuçta Lalehan Hanım, onları fazlasıyla şımartıyordu.”
“Size kızlar ne söyledi bilmiyorum ama ben kötü bir yardımcı değilim.”
“Senin kötü olduğunu söylemedim. Kendi fikrimi söyledim. Mesela bak şimdi: Kızın biri altına kaçırsa, ben onu karanlık ve soğuk bir tuvalete kilitlerim. Ya da hep bir olup beni kızdırsalar, karanlıkta bırakırım. Ya da dur bak en güzeli bu: Regl döneminde yatağına kan damlayan kızın çamaşırını asar, onu rencide ederim.”
Ellerini masaya vurarak ayaklandı Mihri. “Neler söylediğinize dikkat edin!”
“Hey hey hey! Otur oraya! Nerede olduğunu unutma!”
“Beni neyle itham ediyorsunuz!”
“Ben sizin yaptığınızı söylediğimi hatırlamıyorum. Fakat tepkiniz gayet güzel anlattı.”
“Polis olmanız beni ilgilendirmez. Yanlış yerde, yanlış kişiyi suçluyorsunuz. Kızlara nasıl davranacağım beni ilgilendirir. Siz işinizi yapın ve Lalehan Hanımın varsa eğer, katilini bulun!”
“Söylediklerinize dikkat etseniz iyi edersiniz.”
“Aradığınız kişi ben değilim. O kişi Kestane. Eminim bana bu iftiraları atan da O’dur. O bir şeytan!”
“Kalktığın yere geri otur!”
Burnundan soluyarak oturdu. “Kestane diyorum, onu alın bu odaya.”
“Küçük bir çocuk O.”
“Hayır, şeytan O!”
“Ne biliyorsun onun hakkında?”
“Beş yıl önce Kestane’yi yurda Lalehan Hanım getirdi. Nerden bulduğunu söylemedi. Onun dosyasını da göstermedi. Ama onunla kendi çocuğu gibi ilgilenirdi. Tüm ilgisine rağmen Kestane, Lalehan Hanıma karşı hep mesafeli oldu. Yurttaki tüm kızlar çok severdi Lalehan Hanımı ama Kestane için aynını söyleyemem. Tüm kızlara sorabilirsiniz, Kestane nefret ederdi ondan. Son zamanlarda biraz araları iyi olmaya başlamıştı. Emirgan’da laleleri getirince, barış çubuğu olduğunu sandık. Ama Lalehan Hanım gerçekten öldürüldüyse, bunu o küçük şeytan yapmıştır.”
“Tüm söyledikleriniz kayıt altına alındı. Söylediklerinizi bir daha düşünün isterseniz.”
“Benim söyleyeceğim başka bir şey yok. Yurda döner dönmez Kestane’nin dosyasını bulur ve size iletirim.”
“Bir arkadaşım sizinle birlikte yurda gelecek, dosyayı ona verirsiniz.”
“Nasıl isterseniz. Şimdi çıkabilir miyim?”
“Kızlara bir daha kötü davranırsanız, sizi sonsuza dek işsiz bırakırım.”
Gözlerini kısıp Begüm’e baktı. “Umarım katili bulabilirsiniz.”
“Söylediğimi ciddiye alın. Zira az evvel dediklerim, bir çocuğun uydurabileceği şeyler değildi. Gözüm üstünüzde olacak. Haberiniz olun. Şimdi gidebilirsiniz.”
Sorgunun hemen ardından araştırmaya koyuldu Begüm. Mihri’nin kızlara kötü davrandığına emindi. Fakat Kestane hakkında söyledikleri kafasını karıştırmıştı. Dosya çok geçmeden eline ulaştı. Bu arada Begüm de Lalehan’ın büyük oğluna ulaştı. Tüm bilgileri bir araya getirip, düğümü çözmesi biraz zamanını almıştı. Toplantı masasına oturmadan saniyeler önce çözmeyi başardı.
“Neymiş olayın aslı?” diye sordu Pamir. Kestane’nin adının altını çizerken.
“Kestane’yi hakikaten Lalehan getirmiş. Beş yıl önce kocası bir trafik kazasında ölmüş, bunu zaten biliyorsunuz. Kocasına çarpan arabada iki kişi varmış. Baba ve kızı. Adam ölmüş, çocuk…”
“O da Kestane miymiş?”
“Evet Başkomiserim. Annesi, Kestane doğduğunda onu bırakıp gitmiş. Kısa süre sonra boşanmışlar. Kız, baba da kalmış. Anne de kayıplara karışmış. Lalehan Hanım bir süre kızın annesini aramış. Bu süre zarfında kıza kendi evinde bakmış. Yusuf’un söylediğine göre, kız hiç konuşmadan somurtuyormuş. Ağlamamış, bağırmamış, bir kez bile gülmemiş. ‘Değişik bir çocuktu Kestane’ dedi Yusuf. ‘Annem, annesini çok aradı ama bulamadı. Kestane’yi alıp yurda götürdü. Zaten evde, bizimle mutlu değildi,’ dedi. Mihri hakkında ise beni yanıltmadı. ‘Annemle Mihri Ablanın arası yoktu. Kızlara kötü davrandığını söylerdi annem. Kestane, annemi sevemedi belki ama Mihri Abla konusunda yalan söylemiyor,’ dedi. Anlayacağınız Başkomiserim, bu kız galiba lalelerin zehirli olduğunu biliyordu.”
“Babasının intikamını mı almak istedi yani?” diye sordu Başar.
Pamir düşünceli bir şekilde, “Kaç yaşındaydı bu kız?” diye sordu.
“On iki yaşında, Başkomiserim. Babası öldüğünde yedi yaşındaymış.”
“Yedi…” yutkundu. “Yeterince acı çekebileceği bir yaş. Teorin doğru olabilir Begüm. Ama asıl soru: Lalelere Kestane’yi kim götürdü?”
“Bence gayet açık,” dedi İnci. “Sonuna geldik. Aradığımız kişi belli değil mi sizce de?”
“Ahsena Akyürek mi diyorsun?”
“Ben demiyorum, Başkomiserim.” Masadaki kağıtları gösterdi. “Onlar diyor.”
Oturduğu yerde doğrulup, masaya eğildi Pamir. “Gencay Sorunç’a gelelim. Onunla Ahsena Akyürek’in bağlantısı var mı?”
“Onunla yok,” dedi Başar. “Ama Öykü’nün var.”
“Öykü? Laleleri veren kız mı?”
“Evet Başkomiserim. 9 mart Çarşamba günü Ahsena ve atları, Öykü’nün olduğu yurttaymış. Öykü’yle konuştuk. İlk aşk vakası. Sevdiği için vermiş laleleri.”
Öykü’nün adının da altını çizdi Pamir. “Başka? Armağan da mıyız? Onu zaten biliyoruz. Sen anlat şimdi İnci. Kim bu Ahsena Akyürek?”
Ahsena otuz beş yaşında, güzel ve güçlü bir kadındı. On üç yıl önce, yirmi iki yaşındayken çiftliğin başına geçmişti. Çiftlik aileden yadigardı ama Ahsena başa geçtiğinde kendi çabalarıyla restore etmişti. Çiftliğin adı: ‘Ahsena At Çiftliği’ydi fakat bu ismi kendi vermemişti. Çiftliğin esas sahibi Çanakkale savaşında gazi olan Ahsena’nın büyük dedesi Rıza Efendiydi.
İnci, “Rıza Beyin en büyük tutkusu atlarmış. Ama kendisi bir kimyager. Hem de tarihin bile adını yazmaya korktuğu bir kimyager,” dedikten sonra çiftliğin kendine ait web sitesinden çıktı aldığı yazıyı çıkarıp okumaya başladı.
“Ahsena At Çiftliği, Çanakkale Zaferinden Günümüze Armağan…
İngiliz askeri İstanbul’a ayak basmadan evvel, büyük büyük dedem, oğlu Rıza’ya (büyük dedem) bir midilli almış. Bembeyaz yeleleri, simsiyah gözleri varmış atın. Adına Barış demek istemişler ama diyemeden savaş başlamış. İngiliz kuşatmış yurdu.
Büyük büyük ninem karanlık bir gecede, evde bir başınayken, korkunç yüzlerin hain saldırısına maruz kalmış. Büyük büyük dedem ve oğlu eve geldiklerinde, son nefesleriymiş nenemin. ‘Ah!’ diye inlemiş büyük büyük dedem. Karısını kollarına almış, kanını silmiş fakat çok geç imiş. ‘Ah!’ demiş yine. ‘Ah Sena’m!’ diye diye haykırmış, karısı can verirken.
Anasının ölümünü öylece izlemiş Rıza. İçi yanmış, öfkeyle kabarmış ve yemin etmiş. Babası kendine gelmeden, almış midillisini koyulmuş yola. O da yaşı küçük, cesareti büyük Türk askerlerinden olmuş. Atının adına da ‘Ahsena’ demiş. Unutmamak için, yeminini de, anasını da…
Yolun sonu büyük dedem Rıza’yı Çanakkale’ye çıkarmış. Cesurca savaşmış, yaralar almış ve zafer kazanıldığında bir bacağı şehitmiş. Öyle zehir gibi aklı varmış ki büyük dedemin, savaşta sadece vatanı savunmakla kalmamış: Tarihe adını yazdıramayan bir kimyager olmuş. Tarih onu yazmamış, BEN yazıyorum.
Zaferin kazanılmasının ardından eve dönmüş. Zor yıllar geçirmiş ama neticede hayatını kurabilmiş. Bugünkü ‘Ahsena At Çiftliğini’ kendi elleriyle yapmış. Tabelasını asmış, adını koymuş.. Fakat yanında ne babası varmış, ne de midillisi. Çanakkale yolunda can vermiş Ahsena ama büyük dedeme yeni bir hayat vermiş ölürken. Bu çiftliği… Yıllar sonra yapacağı çiftlik için hayatta kalmış büyük dedem.
Çiftliği yaparken, bir yandan da kimyayla uğraşmaya devam etmiş. Çiftlik bitmiş, atlar alınmış; sonra aşık olmuş, evlenmiş.
Yıllar geçmiş…
Doğduğum gün, hayata gözlerini yummuş. Ona Rıza Efendi derlermiş: Çanakkale Gazisi Rıza Efendi, tek bacaklı koca adam!
Yirmi iki yaşına girdiğim gün, kimsesiz kaldım. Tamamen kimsesiz. Ailesiz, evsiz… Sahip olduğum tek çatı, dede yadigarı bu çiftlik. Ben, çiftliğin şimdiki sahibesi Ahsena Akyürek. Otuz beş yaşına geldim, hala tek varım bu yadigar. Fakat hala kimsesiz değilim, sizler varsınız, çiftliğime gelen Masum Yüzler: Benim ailem SİZSİNİZ.”
İnci sustuğunda herkes Pamir’e baktı. Gözleri kapalı eli çenesindeydi. Pamir sessizliğini bozmayınca İnci anlatmaya devam etti.
“Sitede yazılanları okuduktan sonra Rıza Efendiyi araştırdım. ‘Tarih adını yazmamış’ kısmı biraz karışık. Rıza Efendi tarihte bilinmiyor ama hiç yazılmamışta değil. Çanakkale Zaferini konu alan yazıları biraz karıştırdım. Birinin içinde, bacağını kaybeden ve kimyayla uğraşan yarı deli bir adamdan bahseden, bir bölüme rastladım. Yazıyı yazan tarihçi, bu yarı deli askerin, kendi büyük dedesinin silah arkadaşı olduğunu yazmış. ‘Büyük dedemin silah arkadaşı yarı deli, doğal olarak da yarı tehlikeli bir adammış,’ diye bahsediyor.
Tarihçinin yazdığına göre bu asker, çiçeklerle kafayı bozmuş. Çiçeklerin genlerine zehir karıştırabileceğini ve düşmanı daha kolay alt edebileceklerini öne sürer dururmuş. Ama kimse, bu dediğini gerçekleştirdiğini görmemiş. Yani tarih, bu adamı yazmaya korkmuş bence, Başkomiserim. İçimdeki ses; katilimizin, Rıza Efendinin hayalini gerçekleştirdiğini söylüyor.”
“Ya da mirasını,” deyip elini indirdi Pamir. “Kadın hakkında başka ne var?”
“Adliye kaydı var.”
Oturduğu yerde doğruldu Pamir, gözlerini kısarak İnci’ye baktı. İnci hemen açıklamaya başladı. “Şöyle ki, çiftliğin başına geçtikten bir süre sonra mahkemeye başvuruyor. Soyadını değiştirmek için. Birkaç yıl sürüyor dava ve sonuçlandığında, asıl soyadı olan Seyisoğlu’nu Akyürek olarak değiştiriyor.”
Mithat, ufak bir nefes vererek, “Seyisoğlu mu?” diye sordu. “Çok tanıdık geliyor.”
Başını olumlu anlamda salladı İnci. “Zaten tanıdık.”
İrkilircesine masaya yaslandı Pamir. “Serhat Seyisoğlu!”
“Evet Başkomiserim. Ahsena Akyürek, onun kızı ama ailesini reddetmiş. Mahkemeyi bu yüzden açıyor. Babası çok direniyor ama kazanan Ahsena oluyor. Adliyeden tam bilgi istedim, neden reddettiğini sorgulattım. Fakat bilgi sır gibi saklanmış. Davayı yürüten hakime ulaşmak istedim, O da ne yazık ki sizlere ömür.”
“Bu Serhat Seyisoğlu kimdi?” diye sordu Orhan.
“Galerici,” dedi İnci. “İki yıl önce sattığı birkaç araba, seyir halinde patlamış ve ölenlerin yakınları Serhat Beyi şikayet etmişti. Emniyete gelen gizli telefon sonucu dosyayı bize vermişlerdi. Hani şu, Serhat Beyin kasıtlı yaptığını, ölenlerin kazaya değil de cinayete kurban gittiğini söyleyen telefon..” Ufak bir nefes alıp konuşmaya devam etti. “Adam kendini aklamayı başarıp ilk mahkemede salınıvermişti.”
“Belki de telefon eden kızıydı,” dedi Pamir. “Belki de babasından intikam almak isteyeceği bir olay olmuştu.”
“Karısı yoktu di mi, Başkomiserim?” diye sordu Başar.
Pamir başını olumlu anlamda sallarken, İnci, “Karısı yanlış hatırlamıyorsam, 2004 yılında ölmüştü, öyle değil mi Başkomiserim?” diye araya girdi.
“Evet,” diye mırıldanırken gözlerini kısarak düşündü. “Yani on iki sene önce! Ahsena davayı kazandığı sıralar.”
Orhan, “Belki de kadın, kızını kaybettiği için öldü,” deyince, Pamir bir hışım İnci’ye döndü. “Başka, başka ne biliyoruz hakkında?” diye sordu.
“Aslında her şeyi…”