CİNAYET TOHUMU / Bölüm 31

   11 Mart 2016 / Cumartesi / Saat 10.30 Suları.

  Belindeki silahı kavrar kavramaz çıkarıp doğrulttu Pamir. “Polis!” diye gürledi, sırtı dönük kadına. “Elindeki laleleri yere bırak ve yüzünü dön! Yolun sonundasın Ahsena Akyürek!”

  Kadının elinde en az beş tane lale vardı. Hepsi beyaz renkti. Pamir’in dediğini yapmak yerine, var gücüyle sıktı dalları.

“Sana o laleleri yere bırak dedim! Kaldır ellerini havaya!”

 Biraz daha sıktı dalları. “Yanlış yolun sonundasın Pamir Dinçer!” dedi Kadın.

 Pamir sadece “polis” demiş, adını söylememişti. Bir adım yaklaştı kadına. “Elindekileri bırak ve ellerini havaya kaldır!”

“Dediğini yapmazsam sırtımdan vuracak mısın beni?”

“Etrafın sarılı.”

 Güldü kadın, sesli gülmedi amma Pamir anlayabildi güldüğünü.

“Zaten yaşam ve ölüm tam olarak böyle. Ne seni doğuranı seçebiliyorsun, ne de seni vuranı. Doğduğunda ilk gördüğün insanı seçemediğin gibi, ölümünde son gördüğünü de seçemiyorsun. Beklediğin insanlara kalmıyorsun yani. Demek istediğim şu ki Başkomiser, yaşam ve ölüm beklenmediktir. Hayat sevinci olan insanlar buna ‘Sürpriz’ diyor. Ama ben ya da sen, ne demelisin bilemiyorum. Hiçbir yolun sonu, tahmin ettiğin gibi değildir. Misal, sen de ben de şuan yanlış yolların sonundayız!”

 Elindekileri bırakmadan yüzünü yavaşça Pamir’e döndü. Tam da anlatıldığı gibiydi kadın, katil olamayacak kadar naif bir güzelliği vardı. Omuzlarına uzanan ince kahve saçları rüzgarın ahengine katılmış, pembe yanaklarına çarpıyordu. Rüzgardan kızaran dudakları şişmiş, açık kahverengi gözleri sulanmıştı.

“Laleler zehirli değil,” diyerek gülümsedi. “Korkmayın, sıradaki kişi,” gözleriyle sol kaldırımda kapısı olan yurdu işaret etti. “Orada değil. Ama benim oraya girmem gerekiyor. Lütfen bana on dakika verin. İçeriye girip, geri geleceğim. Eğer on dakika sonra gelmezsem beni almaya gelirsiniz.”

“Değil on dakika, on saniyem yok benim. Şimdi hemen teslim ol!”

“O beni bekliyor, lütfen.”

“Kim bekliyor?”

 Dudağı gözle görülür bir sızıyla kıvrıldı. “Kardeşim.”

   Bir Gün Önce (Toplantı Masasında ki Konuşmanın Devamı)

 “Anonim FM adında bir radyo var. Üç yıl önce radyo batma noktasına gelmiş ve Ahsena Akyürek radyoyu kurtararak ortak olmuş. Radyonun esas sahibinin adı kayıtta yok. Radyonun adı gibi kalmak istemiş, anonim yani. Birkaç radyo programı yapılıyor ve tüm programların adında ‘A.Ş’ var. Daha çok çocuklara özel bir radyo gibi görünüyor. Mesela radyonun ilk programı sabah yedi de başlıyor. Programın adı: ‘A.Ş’nin Okul Yolu’. Biraz programa baktım. Sevim Mim adında bir kadın sunuyor. Çocuk sesiyle, çocuklara hitap ediyor. Sonrasında programa çocuklar bağlanıyor. Sevim’in ardından akşama kadar çocuk şarkıları çalıyor. Akşam, tam da çocukların okul çıkışında, ‘Şimdi Ne Yapıyoruz A.Ş?’ adında bir program başlıyor. Bunu da Ferhat İnce diye yaşlıca bir adam sunuyor. Okuldan dönen çocuklarla telefon bağlantısı kurup sohbet ediyor. Program bitince birkaç saat yine çocuk şarkıları çalınıyor. Gece saat dokuzda yeni bir programcı geliyor. ‘Yatak A.Ş’ programın adı. Sunan bir kadın, Sisi Nisi. Evet, adı böyle geçiyor. Kendi adı mı, takma isim mi bir bilgi yok. Onun da programına baktım. Yataklarına yatan çocuklarla sohbet ediyor. Onlara masallar anlatıyor, ninniler söylüyor. Radyonun en sevilen programı buymuş. Çocuklar, Sisi’ye bayılıyor. Program saat on bir de bitiyor. Bir saat boyunca sözsüz müzikler çalıyor.

 Gece on iki de son program başlıyor. Bu program komedi programı, daha çok ergenlerin dinlediği bir program. ‘Pusat Ilgaz A.Ş Gururla Sunar’, programın adından da anlaşıldığı üzere radyocunun adı Pusat Ilgaz.”

 Oturduğu yerden, kaşlarını çatarak doğruldu Pamir. “Pusat Ilgaz mı dedin?” diye mırıldandı. Çenesini kaşırken seslice nefes aldı, Pamir. Bu adı biliyordu…

“Hangi yurtta dövüp işkence ediyorlarmış?”

“Hepsinde.”

“Allah Allah! Kim söyledi bunu?”

“Pusat Ilgaz.”

“O da kim?”

“Radyocu.”

“Başkomiserim?” usulca seslendi İnci. “Bir şey mi oldu?”

 Tekrardan arkasına yaslandı Pamir, elini çenesinden çekti. “Komedi programı mı yapıyormuş?”

“Tüm kayıtlarını kontrol etmedim. Genel olarak baktım. Programın içeriği komediymiş.”

“Hakkında bir şey biliyor muyuz?”

“Bu adam neden dikkatini çekti?” diye sordu Orhan.

“Düşünsene Orhan, çocuk radyosu ve gece on ikide komedi programı, garip değil mi?”

“Değil. Hiç radyo programı dinlemedin mi sen?”

“Dinlemedim Orhan. Nasıl olurmuş radyo programları?”

“Komedi içerikliyse geceleri olur. Çünkü komedi programları gençlere ve birazda iş hayatından kafasını uzaklaştırmak isteyenlere hitap eder. Bunda garip bir şey yok.”

 Orhan’a aldırış etmeden İnci’ye baktı Pamir. “Ne biliyoruz hakkında?”

“Hiçbir şey, Başkomiserim. Hedef Ahsena Akyürek olduğu için ben radyocuların üstünde durmadım.”

“Öyleyse niye iki saattir radyo programlarını anlatıyorsun?” Pamir’in ani değişimi hepsinin dikkatini çekmişti. Bir anda asabileşmişti, bu genelde dosyanın sonuna varırken Pamir de beliren bir duygu durumuydu.

“Çünkü tüm programlar bitince, yani Pusat Ilgaz’ın yaptığı program da bitince bant kaydı yayınlanıyor. Gece saat üçte. Odak noktamız bu kayıt! İki kayıt var; biri klasik, her gün aynısı yayınlanıyor. Ahsena At Çiftliği ve atları hakkında bilgiler içeriyor kayıtta. Ama ikinci kayıt her gün yenileniyor ve Ahsena’nın çiftliğine hangi yurt, hangi çocuk gelecekse açıklanıyor. Kilit nokta şu, Başkomiserim: Neden gecenin üçünde? Kim dinler ki o saatte?”

“Güzel yere parmak bastın! Şimdi seni daha çok taktir ettim, İnci! Aferin!” masaya dirseklerini koyarak ekibine baktı. “Fikir yürütmek isteyen?”

 Başar kaldırdı elini. “Işıkhan ve Armağan önümüzde öldü, Başkomiserim. Onları gördük, öldürülmediler. Acaba diyorum, intihar edecekleri mi topluyor o kayıt. Yardım gibi bir şey?”

 Mithat dalgın bakışlarla, “Kadın nokta atışı yapar gibi öldürüyormuş!” deyiverdi.

 Güldü Pamir. “Ben de böyle düşünüyorum. Kura gibi bir şey yapıyor. Seçiyor ve bant kaydıyla açıklıyor. Sonra da gidip öldürüyor! Daha doğrusu lalelerini gönderiyor. Öğrenmemiz gereken: Laleleri nasıl gönderdiği. Ki bunu da zaten kendi sorguda açıklar.” Önce İnci’ye ardından teker teker hepsine baktı. “Bu gece kaydı iyi dinliyoruz ve yarın gidip onu alıyoruz.” Gürültüyle sandalyesini itip kalktı. “Başka bir şey?”

“Benim bulduklarım bu kadar, Başkomiserim?” dedi İnci.

“Salim’den ses var mı?”

“Ah! Neredeyse unutuyordum. Salim Van’a gitmemiş, tüm otobüs terminallerine sordum. Salim Naim adında biri bilet almamış. Ne Van’a ne de başka bir yere. Ve siz sorarsanız diye, tüm ulaşım yollarına baktım. Uçak, tren, otobüs.. Vesaire, hiçbirinde Salim yok. Bence Başkomiserim, Salim hala İstanbul’da.”

 Pamir’in, “Ya da öldü,” demesiyle, derin bir sessizlik kapladı odayı. “Eyüp Çocuk Yuvasındaki kayıp bekçi ne oldu?”

“Hala kayıp,” dedi sessizce, İnci.

“Salim ve bekçi öldü.” Ellerini birbirine sürttü. “Benim Fulya’nın yanına gitmem gerekiyor. Siz buraları toparlayın, sonra çıkın ve dinlenin. Gece herkes şu kaydı dinlesin. Yarın Ahsena’yı almaya gidiyoruz. Sorularımızın cevaplarını yarın kendi verir.”

 Begüm sıkıntıyla yerinde kıpırdanarak, “Masaya oturduğumuzda, bundan sonra kimse eve gitmeyecek demiştiniz, şimdi de gidin diyorsunuz?” diye sordu.

“Gidin ve dinlenin,” dedi Pamir. “Dava çözüldü gibi görünüyor. Yarın kadını alacağız ve bitecek. Bunun için dinlenmenize ihtiyacım var,” dedikten sonra kapıyı açmak için adım atmıştı ki bu sefer de Orhan seslendi.

“Bekle ben de geliyorum.”

 İkisi birlikte emniyetten çıkıp hızlıca arabaya yerleştiler. Orhan vakit kaybetmeden, Pamir’e Kemal’le ne konuştuğunu sordu. Fakat Pamir’in şuan bunları konuşmaya niyeti yoktu. Ona cevap veren bir bakış attıktan sonra Fulya’yı arayıp nerede olduğunu sordu.

 Fulya’nın sesi üzgün geliyordu. Meltem’i, Cansu’nun annesine bırakmıştı. Evlat acısı çeken bir anneye, en iyi teselliyi evlat acısı çekmiş bir anne verir diye düşünmüştü. Yüreği acılı annelere bakmaya dayanamamış ve eve dönmüştü.

 Pamir telefonu kapattıktan sonra Orhan’a dönüp, “Evde yemek yoktur şimdi, bir dönerciye uğrayalım mı?” deyip devam etti. “Ama tavuk döner olsun, Fulya et döner yemez.”

 Orhan yorum yapmadan yarım ağız gülerek yola odaklandı. Pamir neden güldüğünü sorsa da söylemedi.

 Araba dönercinin önünde durduğunda, Orhan kontağı kapatıp Pamir’e döndü. “Burada her ikisi de var,” dedi. “Belki dedim, sende kendine, kendi sevdiğini alırsın. Sen tavuk döner sevmezsin. Et seversin. Yanında da mutlaka ayranın olur. Onsuz yemezsin.”

 Pamir, Orhan’ın bakışlarının içinde kaybolduğunu sandı. Öyle derinden bakıyordu ki Orhan.

“Seni tahmin ettiğinden daha iyi tanıyorum, Pamir. İşindeki kıvraklığı çoğunlukla anlayamıyorum ama seni iyi biliyorum. Dostuz diyecek kadar tanıyorum. Mesela şimdi, kapıyı açtığında sağ ayağınla çıkacaksın. Sağ da oturduğun için değil, sen hep ilk adımı sağla yaptığın için. Sonra arabaya binerken, yine ilk sağ ayağını atacaksın. Hatta dönerciye parasını da sağ elinle vereceksin. Evet, sen tuhaf bir adamsın, Pamir. Ama ben senin dostunum. Sen reddetsen bile, bu böyle.”

“Ben reddetmiyorum, Orhan.”

“Korkuyorsun!” Elini Pamir’in omzuna koydu. “Korkma, seni bırakıp gitmeyeceğim. Ne ben, ne karın, ne de ekibin; seni hiçbirimiz bırakmayacağız. Bu zamana kadar hep bunu çözmeye çalıştım. ‘Neden’ dedim durdum. ‘Bu herif neden böyle!’ Artık biliyorum. Önce annen bıraktı, sonra Erdem öldü. Bunlar herkesin kaldırabileceği yükler değil. Ama bak sen kaldırdın, hayattasın Pamir, güçlüsün, Başkomisersin! Geçti, anlıyor musun? Annen bıraktı diye, karın da bırakmayacak; Erdem öldü diye bizde ölmeyeceğiz.”

 Bir anda Pamir, omzundaki eli itip Orhan’ı kendine çekti. O dağ gibi adam, gözyaşları içinde Orhan’a sarıldı.

 Fulya ayaklarını uzatıp, başını yastığa yasladı. Ayak parmağından beynine kadar her yeri zonkluyordu. Ne gündü ama! Gözlerini kapatıp iç çekti. Annesini hiç aramamıştı, Meltem’in durumundan bahsetmemişti. Oysa annesiyle, Meltem iyi arkadaşlardı. Fakat Meltem’e, şu durumunda annesi iyi gelmezdi. Annesi anca Pamir’i başarısızlıkla suçlardı. “Eğer Arcan öldüğünde çözebilseydi, belki de Armağan yaşıyor olacaktı,” deyip dururdu. Annesi Fulya’yı iyi tanımıyordu ama Fulya annesini çok iyi tanıyordu.

 Eli gayri ihtiyarı karnına kondu Fulya’nın. “Belki bir çocuğumuz olsaydı, her şey daha farklı olurdu. Annem belki torunu hatırına severdi Pamir’i.” Tam o sırada zil çaldı, olduğu yerde sıçradı Fulya. Nefes aldı ve kapıyı açmak için ayağa kalktı. Fakat ayaklarının üstünde duramadan yere düştü. Başı dönmüş, bacakları halsiz kalmıştı.

 Koltuktan destek aldı ve yavaşça bir daha kalktı. Başının dönmesi geçmemişti ama ayaklarının üstüne basabiliyordu. Tutuna tutuna kapıya kadar güçlükle gitti. Kapıya vardı, açtı ve kocasının kollarına yığıldı.

  Begüm başını yastığa koyunca, Fulya’nın söyledikleri çınladı kulağında. O da farkındaydı, sadece kabul etmek istemiyordu. Annesiyle babası ayrılmıştı, ya Başar’la O da ayrılırsa? Aynı ekipte olup ayrı kalmaya dayanamazdı. Bu ekipten de vazgeçemezdi. Ama hissediyordu. Onu kalbinin en derininde hissediyordu. Fırladı yataktan, kaptı telefonunu. Aklını bir an olsun yok saymak istedi.

  Mithat saatini 2.55’e kurup yattı. Başar’ı ise bir türlü uyku tutmuyordu. Bir de tekrar uyanamamaktan endişeliydi. Mithat ona “seni uyandırırım,” demiş olsa da, Başar pencerenin önüne oturup, sokağı izledi. Yaklaşık yarım saat sonra mesaj sesiyle irkildi. Telefonu yatağın üstündeydi, uzanıp aldı. Mesaj Begüm’dendi. Onu merak etmişti, nasıl olduğunu soruyordu.

 Polonezköy’deki Ahsena At Çiftliğine gittiklerinde her yer kilitliydi. Başar ne pahasına olursa olsun çiftliğe girmeyi düşünmüş ve demir kapıya tırmanmıştı. Fakat ne yazık ki demir kapının üstündeki tellerden öteki tarafa geçmek yerine sırt üstü geriye düşmüştü. Şimdi de Begüm “nasıl oldun?” diye soruyordu. Başar en az beş kez mesajı okumuş, her seferinde yüzündeki gülümseme biraz daha büyümüştü.

 Düştüğünde Begüm korku dolu gözlerle ona bakmış ve yerden kalkması için yardım etmişti. Başar bacağında oluşan sıyrığı umursamak yerine, düştüğü için sevinmişti. Şimdi de duygularının karşılıklı olduğunu fark ediyordu. Cevapla tuşuna basarak iyi olduğunu yazdı.  Begüm’den cevap gelmeyince, neden uyanık olduğunu sorarak, “sen nasılsın?” yazıp gönderdi. 

 İkisini de uyku tutmamıştı, ikisini de kalpleri rahatsız ediyordu. Begüm uyku tutmadığını yazdıktan sonra bir süre mesajlaştılar. 

 Bir saatin sonunda Başar’ın yazdığı iki kelime sohbetlerini jilet hızıyla kesip, sonlandırdı. Başar o iki kelimeyi yazmasa, ömrü boyunca söyleyemeyeceğini hissetmişti. Geç kalmaktansa, şimdi her şey olup bitsin diye düşünmüştü.

  Begüm telefonun ekranında yazan, “Seni seviyorum…” yazısını kaç defa okuduğunu bilmiyordu. Kalbinin sesini duymasına rağmen, sessizliği seçti. Eli bir türlü “ben de” yazısını yazamadı.

  Pamir, Fulya’yı kollarına alıp koltuğa kadar taşıdı. Koltuğa yatırınca çömeldi. Baygınlık geçiren karısının bileklerini ovmaya başladı. Döner poşetini yere bırakmıştı.

 Kısa bir baygınlık geçirmişti Fulya. Çok geçmeden aralandı gözkapakları. Karşısında kocasının korku dolu bakışları olunca, daha çabuk geldi kendine. Gülümsedi, “İyiyim,” diye mırıldandı.

 Pamir’in desteğiyle doğrulup oturdu. Pamir ne olduğunu sorunca, yüzündeki ifadeyi bozmadan halsiz kaldığını söyledi. Tüm gün bir şey yememişti. Yemek için ne vakti olmuştu, ne de canı istemişti.

 Pamir ayağa kalkıp yerdeki poşeti aldı. Fulya’nın yanına bırakırken, “Yemeye başla!” diye emir verdi. Normal bir gün olsa, Fulya onun bu emrine kızardı. Ama şuan Pamir’in bu emri onu güldürmüştü.  

  Musluğu açtı Pamir, ellerini yüzünü yıkayıp kapattı ve kaldırdı başını, aynadaki adama baktı. Karşısında, karısına bir şey olacak diye ödü kopan bir adam vardı. Bu adam, Pamir’in tanıdığı adamdı. Günlerdir içinde olmayan adam. Nihayet geri dönmüştü.

 Fulya’yı tutukladığı o an gelince gözünün önüne, aynayı yumruklamamak için zor tuttu kendini. Nasıl yapabilmiş, nasıl kıyabilmişti ona? Her şeyi yeniden unutmak istiyordu, sadece Fulya’ya ait olan o adam olmak istiyordu; yedi yılı kayıp adam…

Birkaç Saat Sonra…

 “ Küçük hesaplarla geçiyor yaşam,
Büyük kavgalar hep küçük şeyler için,
Arsız ayaklar altında alın teri,
Kırılgan, naif elleri.

Yalanlar, yalanlar, yalanlar…
Bulutların altındaki güneş gibi gerçek,
Sevilmeye muhtaçken kimileri,
Kirli avuçlara düşüverecek.

Yağmur, yağmur, yağmur, yağmur…
Geri verecek buharlaşan sevgimizi.
Yağmur, yağmur, yağmur, yağmur…
Sessizce siliverecek kibrimizi.

Vadide akmayı öğrendi nehrimiz,
Kaskatı insanların arasında,
Sevincin resmi olacak doğa bir gün,
Biz genişleyip denize varınca.

“Şiircesine okuduğum bu dizeler, şarkı sözüdür. Bir şarkının dizelerini okudum sizlere. Bu gece böyle kapatmak istedim programı. Şarkıyı dinletmek yerine, sözlerini okumak istedim. Evet, Pusat Abinizle bir geceyi daha bitirdiniz. Beni yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ederim. Yarın gece görüşene dek uslu durun. Ve unutmayın, her yeni gün umuttur; her yeni gün yeni bir başlangıçtır. Yarın size güzel haberler vereceğim. Şimdi yeni güne merhaba deyin. Yarın gece, aynı saatte, aynı yerde görüşmek üzere. Hoşça kalın!”

  Pamir telefonun mesaj kısmını açıp Orhan’a bir kısa mesaj attı.

“Radyoyu açtım ve bunca zaman neden radyo programı dinlemediğimi anladım. (Boşa vakit! Ve benim hiçbir zaman boş vaktim olmadı.) Demek istediğim şu ki, bir komedi programı için duygusal bir kapanıştı! Ya da bu iş böyle mi yapılıyor? Eğlendirdikten sonra ağlatarak? (Radyoyu açtığımda, Herif şiir okuyordu! Öncesinde eğlendirdiyse, kaçırdım eğlenceyi!)

 Bu arada, et döner konusunda haklıydın. Sağ ol. Ve.. Umarım uyanıksındır!”

 Orhan, Pamir’den gelen mesajı kahkaha atarak okuduktan sonra cevapla tuşuna bastı. “Uyanığım. Radyoyu şimdi açıyorum. Ben kapanışı bile kaçırdım! Ve.. Bir şey değil, senin için her şey yapabilirim. Bir gün bunu anlayacaksın.” Yazdıktan sonra gönderdi.

   11 Mart 2016 / Cumartesi

   Ben, Ahsena Akyürek. Başkomiser Pamir Dinçer belindeki silahı çıkarıp bana doğrulttu. Yolun sonunda olduğumuzu söylüyor. Elimdeki lalelere bakarak buna inanıyor. Keşke lalelerin dili olsaydı, o vakit benim konuşmama gerek kalmazdı. Ben elimdeki şu beyaz lale kadar temizim. Laleler, özellikle de beyaz olanları tertemizdir. Ama tohumları… Zehir onlardadır. Tıpkı benim tohumlarım gibi… Ben temizim, tohumum zehirli.

“Geri geleceğine dair söz ver!” dedi ama yapamayacağım şeyin sözünü ona veremezdim. Söz veremedim. Ağlamaya başladı. Susturamadım. Bu kez hiçbir şeyi başaramadım. Ona anlatmaya çalıştım. Anlamadı. Kötü bir şey yaptığımı ve polislerin beni götüreceğini söyledim. Yolun sonundaydım. Yanlış yolun sonunda…

 Onu kollarıma çekip sarıldım. Kokusunu içime çektim. Islak gözlerinden öptüm. Yaşlarını sildim, annesinin armağanlarını… Burnunu içine çekti, gözleri acıdan sarardı ve minik omuzlarını silkti.

 Bana ondan korktuğunu söyledi. Ben de korkuyordum. Ona söz verdim, bir daha onu görmeyeceğine dair. Bu sözümü tutabilir miydim, bilmiyorum. Muhtemelen bunu da başaramayacaktım.

 Yavaşça ayağa kalktım. Hüngür hüngür ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Derin bir nefes aldım ve arkamı döndüm. Elimdeki laleleri kapının yanında duran masaya bıraktığımda seslendi.

“Onları istemiyorum. Tıpkı onun gibiler.”

 Yüzüne döndüm tekrardan. Yaşlı gözlerini silerek, “Korkutucu…” dedi. Önüne gidip eğildim.

 Ağlama dedim içimden, ‘ağlama Ahsena’. Yanaklarını, ellerini, çenesini öptüm ve dizlerimin üstünden kalktım. Yaşlarım dışarı taşmasın diye ısırdım dudağımı. Kalbim dayanamayacaktı bu vedaya. Başkomiser Pamir Dinçer’in gazabından kurtulsam bile, yolun sonunda olduğumu biliyordum. Onu bir daha hiç göremeyecektim.

 Laleleri aldım. Yurdun dışındaki çöpe atmak için… Tam kapıdan çıkacakken seslendi. Gitme dedi. Yalvardı, ağladı…

 Dönemedim.. Bakamadım yüzüne, kara gözlerine. Duymamışçasına yürüdüm. Oysa kapıdan çıktığımda bile çığlıklarını işitiyordum.

   Bu çocuk, Masum, benim Can Parem: Vicdanımın beden bulmuş haliydi…

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: