SARI ORDİDE – BÖLÜM 6

“Yaşamın En Deli Çağı: 17”

“Ölmek istiyorum, Fırat. Böyle yarım yamalak yaşamak istemiyorum.”

“O da ne demek öyle, Eylül?”

 Saatlerdir ağlıyordu, Eylül. Bir hafta önce Mehtap’ın hayatı başına yıkıldığından beri, sadece Fırat’a ağlayabiliyordu.

 Dudağını ısırıp Fırat’ın gözlerine baktı. “Sanki gözümü onunla açmış gibiyim, hayatı onunla yaşamış, onunla gülmüş, onunla sevmiş..” omuzlarını silkti. “Ben Ufuk’suz nasıl yaşanır bilmiyorum ki?”

 Saçları gözyaşlarından ıslanan yanaklarına yapışmıştı. Fırat saçlarını yüzünden çekti. “Evet, biliyorum. Şu an yaşadığın acı çok büyük. Belki de ilk kez aşk acısı yaşıyorsun. Ama atlatacaksın. Sen bir Anka kuşusun, Eylül. Üstesinden geleceksin.”

“Üstesinden gelmek istemiyorum. Onsuz yaşamak istemiyorum. Ölmek…” cümlesini bitirmeden Fırat onu kendine çekip sarıldı.

“Şimdi sadece ağla, tamam mı? Ben yanındayım ve hep yanında olacağım.” Kulağına eğilip fısıldadı. “Sonsuza dek.”

“Ya dayanamaz ve onu affedersem?”

“Affetmek istiyor musun?”

 Cevap veremedi. “Aldatılmış olmak çok adice.”

“Bu yüzden sana bu adiliği yapan kim olursa olsun, affetmemelisin.”

“Ya dayanamazsam? Ya ölürsem…”

“Ölmezsin. Aldatılan ilk kadın sen değilsin. Aldatıldığı için ölen kaç kadın var ki, sen ölesin?”

“Ama yaşamak istemiyorum.”

“Daha devam edersen kızacağım sana. Sen benim tanıdığım en güçlü insansın. Böyle yapmamalısın.”

“Onu unutmam lazım, Fırat. Böyle dayanamıyorum. Canım çok acıyor.”

“Biliyorum. Gözlerinden her şeyi okuyabiliyorum.” Kollarını açtı. “Ağlayacak mısın, yoksa…”

“Ufuk bana bunu nasıl yaptı, Fırat? O kadar darma dumanım ki Mehtap’a destek olamıyorum.”

“Hayatın ikinizin başına da aynı anda yıkılmış olması çok ironik, değil mi Eylül?”

 Bir an için durup düşündü. Aynı anda olmasa da peş peşe yıkılmıştı dünyaları. Derin bir nefes almak istedi, yarı da kesilince tekrardan gözyaşlarına boğuldu. Fırat onu kollarına çekip göğsüne yasladı. Bu andan sonra Mehtap yanlarına, elinde buruşturduğu fotoğraflarla gelene dek susmadan ağladı. 

Daha Öncesinde:

 Birol ve Mehtap’ı, Birol’un kuzeni tanıştırmıştı. O yıl Mehtap 17, Birol 19 yaşındaydı. Mehtap henüz lise üçe gidiyor, Birol’sa üniversite de kamu okuyordu. Geleceği parlak, iyi yürekli bir çocuktu. Mehtap’ın hayatına giren ilk ve tek iyi yürekli adamdı.

 Onunlayken her şey öyle güzeldi ki, Mehtap ilk kez kendini şanslı hissetmişti.

 O vakitler Eylül’ün hayatında Ufuk vardı. Ufuk, Eylül’ün en eski arkadaşlarından biriydi. Erkekler arasında da en yakın arkadaşıydı, tabi Fırat’tan sonra. Fakat bu konulara girmeyeceğiz, zira Mavi Kış’da yeteri kadar bahsettik.

  İki kızın o yıl aşk hayatı pembe dizi tadındaydı. Fakat ikisi de çok geçmeden yerle bir olacaktı.

 Önce Eylül, Ufuk’un onu aldattığını öngörü halinde gördü. O sırada yanında Mehtap ve Fırat vardı. Aldatılmaya tahammülü olmayan Eylül, Ufuk’un tüm yalvarışına rağmen ondan ayrıldı.

 Mehtap’ınsa o sırada aşk hayatı Birol’un ona evlenme teklif etmesiyle zirve yapmıştı.

“Daha on yedi yaşındayız, ne evlenmesi!” diyen Eylül bile aslında Birol’la ilişkisini destekliyordu.

“Şimdi yüzük takalım, okul bitince düğün yaparız, diyor. Ama korkuyorum, Eylül.”

“Neyden?”

“Ailemi alıp istemeye geleceğim, dedi ama yani biliyorsun işte, babam…”

“Sevgilin olduğunu duyunca kemiklerini kıracak..”

“Keşke sadece kemiklerimi kırsa, umurumda değil. Ya o gece içer de Birol’un ailesine bir şey yaparsa?”

“Saçmalama kızım, niye öyle bir gece de sarhoş olsun? Annen üstesinden gelir bence.”

 Mehtap cevap vermedi. Bir süre sessizce birbirlerine baktılar.

 Hayat hiçbir zaman Mehtap için pembe olmamıştı. Belki de o yüzden Mehtap’ın en sevdiği renk pembeydi: Özlemini duyduğu için. Pembeyi hayatına sadece Birol sokmuş, o da evlilik teklifiyle solmaya başlamıştı. İstemenin olacağı akşam pembenin üstü koca bir kara lekeyle kaplanacak ve Mehtap’ın hayatı sonsuza dek değişecekti. Eylül bunu istemeden bir gün önce hissetmişti ama zaten korku dolu olan arkadaşına bir şey söyleyememişti. O önemli akşam da korkunç bir şey olacağını hissetmiş, sonra da annesi, “daha 17 yaşında bir çocuğun” söz merasimine kızını yollamamıştı. Eylül de içindeki kötü hissi, gidememiş olmaya yormuştu, öyle yormak istemişti.

  Birol ailesini alıp, Mehtap’ın evine geldiğinde babası hala ortalarda yoktu. Bir yanı babasının gelmemesini istiyor, diğer yanı da bu önemli gece de kızı için ayık gelmesini diliyordu.

 Birol anne ve babasıyla salona buyur edildi. Mehtap gerginlikten öleceğini sandığı için tuvaletten çıkamıyor, misafirlerle annesi, ablası ve kardeşi ilgileniyordu.

 Nihayetinde Mehtap tuvaletten çıkıp ablasının yardımıyla kahve yapmaya mutfağa girdi. Babası hala yoktu.

 Birol’un ailesi, evin babasının nerede olduğunu sormadı mı? Elbette sordu. Bir çare kadın (Mehtap’ın annesi) sıkıntıyla yolda olduğunu söyledi.

 Cezve ocakta, içi kahvesiyle fokurdarken evin kapısı açıldı. O an Mehtap için tüm dünya kararmıştı.

 Hayatının pembe olmadığını ve bu gece de rayından çıktığını söylemiştik. Anlayacağınız o ki, babası eve kör kütük sarhoş gelmişti. Sadece sarhoş gelse iyi, Birol’u ahlaksızlıkla suçlayıp, kolundan tutup evden atmıştı.

 Cezve başındaki Mehtap’ın halini düşünebiliyor musunuz?

 Telaşla içeri koştuğunda kahve de hayatı gibi taşıp yok oldu.

 Babasını durdurmaya çalıştı, ayıldığında yiyeceği dayağı umursamadan Birol’u sevdiğini söyleyerek, babasına yalvardı. Ama hiçbir şey sarhoş adama engel olamadı. Evi güzel göstermek için etrafa konulan tüm süs eşyaları kırıldı, masanın üstündeki ikramlık tabaklar yere fırlatıldı.. Ev dakikalar içinde savaş alanına döndü.

  Birol’un gururlu ailesi, sarhoş adamın şokunu atlatır atlatmaz, çocuklarını alıp kaçarcasına gitti. Sonrasında annesi, sinir krizi geçirecek ve “O adamın kızını gelin diye alacağıma bir hayat kadınını karın yapmanı yeğlerim!” diye bağıracaktı. Üstelik kadın kriz anında dediği şeyi, sakin kafayla mantıklı da bulacaktı. Çünkü oğlu, o kızı sayıklamaktan başka bir şey yapmıyor, “Siz ne derseniz deyin, ben Mehtap’ı seviyorum,” deyip duruyordu. Madem oğlu bu kızı bırakmaya yanaşmıyordu, o halde kıza oğlunu bıraktırırdı. Birol’un annesi bir madde olsa kesinlikle zehir olurdu. Öyle ki Mehtap babasına, Birol annesine rağmen ayrılmamışlardı. Oğlunun kıza, “Gizlice evleniriz,” dediğini duyunca harekete geçmek için beklememesi gerektiğini anlamıştı.

 İsteme gününden yaklaşık bir hafta sonra Birol’un annesi, Mehtap’ın karşısına çıktı. Elinde tuttuğu fotoğrafları kızın eline tutuşturarak, “Biraz gururun varsa seni aldatan oğlumdan uzak durursun,” dedi.

 Kadın tam bir şeytandı ve oğlunu uyuşturup, bir hayat kadınını yatağına sokmuştu. Kendi çektiği fotoğrafları da gözü aşktan kör olmuş bir çare Mehtap’a getirmişti. Peki, bu kadarla mı kalmıştı? Hayır.

“Benim oğlum gelecekte iyi bir yerde olacak,” diyerek, böyle bir aileden kız alamayacaklarını kaba bir dille söyledi.

 Mehtap ağzını açıp tek laf edemeden, kadının yıkıntısı ardından bakakalmıştı. Gözündeki yaş bile akmaya fırsat bulamamıştı.

 Birol annesinin yaptığı şeyden dolayı o kadar utanıyordu ki açıklama yapabilecek gücü kendinde bir süre bulamadı.

 Mehtap elindeki fotoğrafları buruşturduğu gibi soluğu Eylül’ün anneannesinin evinde aldı.

 Kapıyı açan yaşlı kadın, Eylül’ün arkadaşıyla çıktığını söyledi.

 Yirmi dakika sonra Mehtap; Fırat’ın göğsüne kapanmış halde ağlayan Eylül’ü bulmuştu. Fırat, Mehtap’ın da gözlerinin ardındaki acıyı görünce diğer kolunu ona açtı.

 Normalde Mehtap ve Fırat birbirlerinden pek haz etmezlerdi. Mehtap, ilkokula geldiğinde zaten Fırat Eylül’ün en yakın arkadaşıydı. Eylül ve Fırat aynı sokakta birlikte büyüyen, aynı okula birlikte giden iki küçük çocuktu. Sonra büyüdüler ve dostlukları devam etti.

 Eylül, Mehtap’ın geldiğini görünce gözyaşlarını silerek kalktı ve arkadaşına sarıldı. O gün ikisi de gençlik çağlarının en büyük aşklarını acısıyla birlikte kalplerinin en derinine gömmüştü.

 Eylül her zaman şanslıydı ve hayat yıllar sonra ona Serhan’ı armağan edecek kadar cömert davranacaktı.

 Mehtap’ınsa tek şansı Eylül’ü hiçbir zaman kaybetmeyecek oluşuydu. Zira aşk, ona bir daha armağan edilir miydi? Sanmıyordu.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: