“Kadınlar ve Adamlar”
Türk kadını çok gariptir. Bir kadın olarak, zaman zaman hem cinslerimi anlamakta güçlük çekerim. Birçoğu evlendikten, büyük birçoğu da anne olduktan sonra kendini, dünyası bitmişçesine salıverir. Neden? Evet, annelik birçoğunu çok yoruyor olabilir, kendilerine vakitleri kalmıyor olabilir; ama neden anne olmak, onların hayatlarını bitirmiş gibi davranırlar? Hadi, huysuz bebekli anneleri anlayabiliriz; peki ama çocuksuz olup kendini bırakmış kadınlar? Onlar neden depresyondaymış gibi bir hayat biçimi takınırlar?
Bunu sorduğum bazı hem cinslerimden çokça duyduğum yanıt şuydu: “Kocam için sürekli süslenecek değilim.” İşte her insanın yaptığı yanlış bu. Kocan bile olsa, bir başkası için bir şeyler yapmak. Önce kendin için yapacaksın, artık bu her neyse.
Eğer aynaya baktığında gördüğün, seni mutlu etmiyorsa, kendin için değişimi başlatacaksın.
Bizim güzide Türk kadınımız, evlendiği gibi kendini kutsal saydığı mutfağa adar. Çeşit çeşit yemek yapar, kadın günlerine katılır, yer içer ve dedikodu kazanının içinde yaşar. Sonra anne olur ve bu sefer “anneliğin kutsallığı” adı altında kendini çocuğuna adar. Mutfak ve çocuk, Türk kadınının tüm hayatıdır. Ve ne yazık ki, birçoğu o evde kocalarının yaşadığını unutur.
Bizim hikâyemizde mağdur olan Mehtap, evet. Çünkü hiçbir sebep kadın şiddetini hafifletmez. Bir kadın kocasından şiddet görüyorsa, sebebi dahi sorulamaz.
Ya aldatılmak? Mağdur olan hangisidir? Aldatan mı, aldatılan mı? “Aldatan,” dediğinizi duyar gibiyim. Evet. Aldatmak, şiddetten sonra en adi suçtur, belki de. Peki, aldatan neden yapar bunu? “Evlilikten beklediğini alamadığı için,” olabilir mi? Hayal ettiği gibi sevilmediği, ilgi göremediği, sürekli kalbi kırıldığı için... Belki de asıl mağdur aldatandır, hiç bu açıdan baktınız mı? Hayal kırıklığı, dünyanın en büyük duygu acısıdır.
İstisnasız her erkek, kendi için bakımlı olan kadını ister. Bence hiçbir erkek, eve geldiğinde depresyonu yaşayan bir kadını hayatının merkezinde istemez. Bir gün, iki gün o depresyona destek olursa da; en fazla bir hafta sonra o hayattan kaçar. Çünkü bu yaşam tarzı, erkeğin yaradılışına terstir. Hele de birçok erkek, lohusa depresyonuna giren ve sonrasında hayatının tüm suçunu bebeğine yükleyen karısından soğur.
Lohusa depresyonuna giren Türk kadınımızda suçu bebeğe atma eylemi sıkça görülür. “Onu doğurmasaydım böyle olmayacaktı.” “Anne olmasaydım, ben de istediğim gibi gezerdim.” Gibi bir takım suçlamalar, dünyadan bir haber olan bebeğe yüklenir. Araştırmalar bu kadınların kocalarının onları aldattığını söyler ve erkeğin savunması şudur: “Evlendiğim kadın bu değildi.”
Mehtap, klasik bir Türk kadınıydı. Evlilikten beklediğini göremeyeceğini anladığı an, kendini bunalımlı bir hayatın içine sürüklemiş, akışın içinde kendini salıvermişti.
Erman’sa klasik bir erkekti. İşten geldiğinde karısını bakımlı bulmayı bekleyen, ona biraz cilve yapmasını isteyen sıradan bir erkek. Fakat karısı ona bunu hiç yapmamıştı. Tamam, aşırı sinirli bir adamdı, kavga ettiklerinde gözü dönüyor, elini kaldırıyordu… Ama sonra hayvan gibi pişman oluyordu. Size hep en mağdurun Mehtap olduğunu yazdım. Ama bu hikâyede Erman da bir mağdurdu. Eğer karısına şiddet göstermese belki de tek mağdur o olabilirdi. Çünkü ilk başlarda Mehtap’ı gerçekten sevmişti. Erman hasta bir adamdı. Çok sevdiği zaman tehlikeli bir adama dönüşürdü. Sevgisinin dozunu ayarlayamazsa, sevgisi, karşısındakini öldürmek isteyecek kadar hastalıklıydı. Aynı şekilde sevilmek istiyordu. Mehtap onu herkesten çok sevsin istemişti. Fakat karısının onu hiçbir zaman, geçmişteki sevgilisini sevdiği kadar sevemiyor oluşu, Erman’ı şiddete iten ana sebepti. Mehtap onu, Erman’ın sevdiği gibi sevemiyor diye, ölsün istiyordu. Ama ona el kaldırdıktan ve verdiği zararı görebilecek duruma geldikten sonra bir anda korkak ve aşık bir adama dönüşüyordu. Karısı onu affettiğini söyleyene kadar başında ağlar, af dilerdi. Önce döver, sonra da dövdüğü için kendinden iğrenirdi. Erman o kadar hasta bir adamdı ki…
Baba olmak sinirlerini kontrol etmesini sağlamıştı. Bir daha asla karısına el kaldırmayacaktı. Yani çok uzun bir süre bunu gerçekten başardı. Fakat hastalık elbet yine galip gelecekti.
Bebek fikri Erman’ı iyi bir adama dönüştürüyordu. Düzelecekti. Bunları kendisine sık sık söylüyordu. Ama zaten Erman özünde iyi bir adamdı. Sadece çok hastaydı ve tedavi olmak istemiyordu. Çünkü tedavi de olsa, Mehtap onu sevmedikçe hiçbir zaman tamamlanamayacaklardı. Eve geldiğinde, kendini salmış, pasaklı bir kadın görmek, yorgun gününe yük oluyordu.
Artık eve geldiğinde bebeğini görecekti, bu ona umut olmuştu.
Bebeğini kucağına aldığı ilk an, karısını ve kızını çok seveceğini düşündü. Artık yeni bir hayatı olacak, kendisi iyi ve mutlu birine dönüşecekti. Kızına çok iyi bir baba olacaktı. Umutla gülümsedi. Küçük kızına, bir daha annesine el kaldırmayacağına ve ona iyi bir baba olacağına dair söz verdi.
Mehtap lohusa depresyonuna girmedi. Aksine, bebeği onu hiçbir zaman ulaşamadığı o mutluluğa kavuşturmuştu. Fakat bu hikâyede tozpembe hayatları anlatmıyoruz. Mutlu son diye bir şey yok. “Baba olan Erman, hastalığı yendi ve tamamen iyi bir adam oldu; böylece üçü sonsuza dek mutlu yaşadı,” yazısını hiçbir zaman okumayacağız.
Bebeğin adını Ahu koydular. Çok ağlayan, hatta susmak bilmeyen, insanı çileden çıkaran bir bebekti Ahu. Sorunun ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Mehtap’ın sütü bolca vardı, bebeğin karnı tok, altı temizdi ama yine de uyuduğu nadir anların dışında tüm gün ağlıyordu.
Zaten kendine bakmayan Mehtap, tüm gün ağlayan bebekle çileden çıkıyor, onunla oturup ağlıyordu. Mehtap’ın kendini bütünüyle salması bir gün bile sürmedi.
Başlarda Erman, bir masal kahramanıymışçasına anlayışlıydı. Karısı zaten hiçbir zaman bakımlı değildi ki, şimdi de bebek çok ağlıyordu, kadıncağız duş almaya bile vakit bulamıyordu… Erman titiz, toplu, takıntılı ve bakımı seven bir adamdı. Evin dağınıklığı, temizliğin yapılmıyor olması, Mehtap’ın duş almaması.. Onu yakında, içine büründüğü anlayışlı adamdan tamamen koparacaktı. Yine de dişini sıkıyor, hafta sonları ev işlerini kendi yapıyordu. Pis bir evde nefes alamadığını hissediyordu. Bebeğin sürekli ağlaması yüzünden işe yorgun gidiyor, uykusuzluktan sabrını yönetmekte zorlanıyordu. Fakat küçük kızının bir gülümsemesi her şeyi anında unutmasını sağlıyordu. Her şeye rağmen kızını çok seviyordu.
Ahu üç aylık olmuş ve ağlama krizlerine bir yenisini daha eklemişti. Erman geceleri dişlerini sıkarak uyur olmuştu. Bir gece, içeriden gelen bebek ağlama krizi esnasında cep telefonuna bir mesaj geldi.
Bu mesaj, bir yıldır büründüğü sakin adamı yakında yok edecek, herkesin hayatını değiştiren olayı başlatacaktı.
Erman o gece mesajı açmak yerine, yüzünü yastığa bastırıp bağırdı. Karısı içerde bebeği sakinleştirmeye çalışıyordu. Uyumak zorundaydı, yoksa yakında işten kovulacaktı.
Ertesi gün öğle arasında fark etti mesajı. Olacaklardan habersiz, “Kim bu şimdi,” diyerek açtı mesajı.
“Haftaya İstanbul’a geliyorum. Görüşmemiz lazım, lütfen.. Seni özledim…
-Burcu.”