“Zehr-i Bebek”
Üsküdar’ın ara sokağındaki evden, mahallelinin bildiği tanıdık sesler yankılanıyordu. Sık sık duydukları seslere kulağını tıkayan mahalleli, yine üç maymunu oynamış ve kimse o evdeki kadına yardım etmemişti. İki yıldır olduğu gibi…
Durduk yere elini masaya vurarak, “Demek annene gittin bugün öyle mi!” diye bağırdı adam.
Masadaki tabaklar havalanıp geri düştü.
“E.. evet,” diye kekeledi kadın.
“Tüm gün annende miydin?”
“Bir ara dışarıya çıkıp yürüdüm.”
“Yanında kim vardı?”
“Hi.. hiç.. kimse..”
Masadaki her şey adam tarafından yere itildi. “Yalan söyleme Mehtap!”
Sessizce başını yere eğdi kadın. Bundan sonra ne olacağını biliyordu. Tek yapabildiği, Allah’a bebeği koruması için yalvarmaktı.
“Ben sana o çirkef arkadaşınla görüşmeyeceksin demedim mi ulan!”
Ve tüm mahalle sessizce birbirine bakmış, kimse hamile kadını kocasının elinden almamıştı.
Bebeğe o gece bir şey olmadı. Sabah Mehtap, Eylül’ün numarasını engelledi. Bu bebeği sağlıklı doğurmak istiyordu. Bebek doğana kadar Eylül’den uzak durabilirdi. O artık bir anneydi, kendinden ya da dostundan önce bebeğini düşünmek zorundaydı. Eylül de bir gün anne olursa onu anlardı, uzaklaştığı için elbet onu af ederdi.
İki ay sonra Mehtap bebeğine dair hiçbir şeyi hissedemediğini fark etti. Oysa son zamanlarda bebeğinin minik tekmeleri onu dünyanın en mutlu kadını yapıyordu. Üstelik doktor erkek olacağını söylediğinden beri Erman çok iyi, Mehtap’sa annesinin kaderini yaşamayacak olduğu için rahatlamıştı. Kız çocukları annelerinin kaderini yaşardı…
Fakat geçen hafta ettikleri kavga, şubat ayındakinden beterdi. O geceden sonra Mehtap Eylül’le hiç görüşmemişti ama nişanına gitmek istediğini kocasına söyleyince kıyamet kopmuştu.
Elini hissiz karnına koyup düşündü. Bebeğinin hareketleri o geceden beri mi yoktu, bunu fark edememiş miydi? Korkuyla irkildi. Kendine bebeğin uyuyor olabileceğini söyledi.
“Endişelenecek bir şey yok,” diyerek kendini teskin etti.
Hâlbuki bebek bir haftadır ölüydü ve anneyi zehirliyordu.
Acilin kapısından kucağında baygın karısını taşıyan bir adam girdi. Adam ağlayarak karısının hamile olduğunu haykırıyor, ikisini de kurtarmaları için doktorlara yalvarıyordu. Dışarıdan görülen manzara, çaresiz bir koca ve babanın çırpınışıydı.
Oysaki bebeğin ölümüne sebep olan yine aynı adamdı. Fakat adam rolünde öyle başarılıydı ki, Eylül bile ilk tanıştıklarında onu sevmişti. “Mehtap, o çok iyi bir adam,” diyerek arkadaşı için mutlu olmuştu. Erman’ın harika adam maskesinin altındaki canavarı kına gecesinde görene dek ikisi için sevinmişti.
Elbette Mehtap onun gerçek yüzünü kına gecesinden önce görmüştü ama adamın inişli çıkışlı ruh haline aldanmış ve baba evinde kalmamak adına evlenmişti.
Mehtap hastane odasında uyanıp bebeğini aldıklarını öğrendiğinde sinir krizi geçirdi. Sesi hastanenin tüm duvarlarını aşıp gökyüzüne ulaştı. Gökyüzünden yağmur olarak Eylül’ün nişan yerine vardı.
“Bir şey oldu,” dedi Eylül, yanındaki Elif’e. Yağmur aşağı inmeden biraz önce.
“Her şey çok güzel,” dedi Elif. Ama hemen ardından gök yarıldı, dünya ağladı.
Doktor koşarak odasına girdi. Hemşireye Mehtap’a sakinleştirici yapmasını söyledi.
Günlerce uyudu Mehtap. Her uyanışında geçirdiği sinir krizi onu zorla uyutmalarına sebep oluyordu.
Kendine geldiği ve uyutulmadığı ilk anda hemşirenin bileğini yakaladı. “Beni ona verme,” diye geveledi. “Bebeğim onun yüzünden öldü.”
“Kimden bahsediyorsun?”
“Kocam,” diye fısıldadı Mehtap.
Hemşirenin yardımıyla darp raporu çıkarttırdı. Erman’a karısına yaklaşmaması için uzaklaştırma verilerek, Mehtap’ı babasına teslim ettiler.
Bir hafta annesinin yanında iyileşmeye çalıştı. Acısı öyle derin, öfkesi o kadar tazeydi ki ayağa kalkabildiği ilk an Eylül’e gidip kabul etti. Boşanacaktı. Bu aya kadar bebeği için katlanmıştı.
Eylül, Serhan’ın babasıyla konuştu. Darp raporu da olduğu için tek celsede bitecekti.
Tek yapılması gereken Mehtap’ın avukatlık bürosuna, evraklarını alıp gitmesiydi.
Mehtap’ın bir ablası bir de kendinden küçük, henüz okul çağında olan erkek kardeşi vardı. Evde babası hariç herkes çalışırdı. Babası gününü kahvehanede geçirir, akşam meyhaneye geçerdi.
Erman bebeğinin ölümüyle suçlanıp, üstüne uzaklaştırma kararıyla karısından ayrılınca deliye döndü. Etrafında dağıtıp yıkmadı hiçbir şey kalmadı.
Nihayetinde uzaklaştırma kararını çiğnedi ve ağlayarak Mehtap’ın baba evinin kapısına dayandı. Hayvan gibi pişmandı, bir daha onun saçının teline zarar vermeyecekti, onsuz nefes alamıyordu, isterse Eylül’le bile görüşebilirdi, vesaire vesaire… Dinlemedi Mehtap. Kapattı kulaklarını, ölen iki bebeğini düşündü.
Ertesi gece yine geldi Erman ve sonraki tüm gecelerde de.
“Yemin ederim, dönersen gidip tedavi olacağım,” bile demişti.
Sonra, bir akşam kardeşi eve gelmedi ve o akşamın gecesinde Mehtap koca evine geri döndü.
Erman’la yatak odasına girmek eskisi kadar kolay olmadı onun için. Ama adam ona öyle bir sarıldı ki, sanki saatler önce, “eve dönmezsen kardeşini öldürürüm,” diye tehdit eden kendisi değilmiş gibi.
“Seni çok özledim,” dedi adam karısına.
Kadın ona inandı. Çünkü gerçekten özlediğini biliyordu. Adam onu seviyor ve yokluğunda özlüyordu.
Öptü karısını. Kadın bilmem kaçıncı kez adamın öpüşünden tiksinti duydu. Ama itmedi adamı, iterse dayak yiyeceğini ve adamın sevgisinin biteceğini biliyordu.
“Sen özlemedin mi?” Soruyu sorarken korkuyordu adam. Sevilmemekten, özlenilmemekten… Aslında kadını kaybetmekten ödü kopuyordu. Ona her vurduğunda pişman oluyor, kendine lanet okuyordu.
Kadın bunları da biliyordu. Bir çocuktan farkı yoktu kocasının. Yutkunup gülümsedi ve bilmem kaçıncı kez yalan söyledi: “Çok özledim.”
Adam gülümseyerek kapıyı kapattığında kadının yumrukları sıkılı, nefesi tutulmuş haldeydi ama ikisi de bunu fark etmedi.
Sabah ne darp raporu kalmıştı ne de boşanma evrakları.
1 Comment
Çok etkileyici bir bölümdü. Mehtap’ın acısını ,çaresizliğini yüreğimde hissettim.