ZEHR-İ NERGİS / Bölüm 6

  Güne eskisi gibi başladılar. Gün doğumundan önce yürümeye çıktılar. Gün doğumunu birbirlerine yaslanarak izlediler. Ama bu kez, ikisinin eli Fulya’nın karnının üstünde buluştu. Pamir kendini yeniden doğmuş gibi hissetti. İlk kez mutluluğu tadıyormuş gibi. Baba olmuş gibi!

  Emniyetin bahçesindeki çardakta oturuyordu Orhan. Yağız’la yaptığı konuşma çıkmıyordu aklından. Gece bir gram uyku uyumamış, erkenden emniyete gelmişti. Derin bir iç çekti. Yanı başında Pamir’in sesini duyunca, eğik başını kaldırdı. Mutluydu Pamir, hiç olmadığı kadar mutlu. Etrafına neşe saçacak kadar kıpır kıpırdı. Ama bu Orhan’ın düşünceli halini gözden kaçırmasına sebep değildi. Orhan’a neyi olduğunu sorduğunda verdiği kaçamak cevap şüphe çekiciydi. Ama Pamir’in aklına, konunun Nergis olabileceği gelmedi. Orhan’ın annesinin durumu kötüye gidiyordu, konunun bu olduğunu sandı. Elbette Orhan annesi için de üzülüyordu ama şuan içini yiyip bitiren şey Nergis’in cellatlık hayaliydi.

 Orhan kollarını bacakları arasından sarkıtarak nefes aldı. “Bazen keşke diyorum, cinayet masasında değil de kayıp büroda çalışsaydım. Belki o zaman insanları öldürülmeden bulabilirdim.”

Pamir’in içindeki mutluluk solarak uzaklaştı. “Cinayet masasının cilvesi budur: Öldürülen biri olacak ki, daha fazlası olmasın.”

“Evet, işte bu yüzden kayıp büroda çalışsaydım diyorum ya zaten. İnsanlara sevdiklerinin ölüsünü verip, katilini bulmaktansa…”

“Orhan, bunu düşünme bir daha. Hem bak, kayıp büro Yurdagül’ü bulabildi mi? Çantanın içinde vücudunu bulmak, Yurdagül’ü bulduklarını kanıtlamaz. Ama biz ne yapacağız? Başka Yurdagül’ler kaçırılmasın, başka şehit çocukları ölmesin diye, Yurdagül’ün katilini bulacağız.” Aldığı nefesle titredi Pamir. “Yurdagül’ün katilini bulmak zorundayız, Orhan. Şehit Üst Teğmene bunu borçluyuz.”

“Bulacağız, Pamir. Bulacağız ve gerekirse, Yurdagül’e yaptıklarının aynını yapacağız. Sonra isterlerse atsınlar bizi meslekten.”

 Mithat ve Başar’ın emniyet binasına doğru yürüdüğünü görünce, onlara seslendi Pamir. İkisi de çardağın yanına geldi. Pamir, baştan ayağa Başar’ı inceleyip gülümsedi. “Takım elbisen var mı, Başar?”

 Başar hayır anlamında başını sallayınca aynı soruyu Mithat’a sordu. O var olduğunu söyleyince de sırıtarak bir Mithat’a bir de Başar’a baktı. “Bir günlüğüne Başar’a versen sorun olmaz herhalde senin için, değil mi?”

“Olmaz Başkomiserim.”

“Hayırdır Pamir?” diyerek araya girdi Orhan. “Bir operasyon falan mı var kafanda?”

 Bir saniyeliğine Orhan’a baktı. “Evet,” dedi ve Başar’a döndü. “Mithat’ın takımı sana denk gelir diye düşünüyorum. Gelmezse söyleyin, yenisini ayarlayalım.”

“Ne yapacağım takım elbiseyle, Başkomiserim?” diye sordu Başar.

“Giyeceksin, oğlum! Ne yapılır takım elbiseyle?” bir kahkaha atıp hemen ciddileşti ve, “Begüm’ü istemeye gideceğiz!” deyiverdi aniden.

 Boğulmuşçasına öksürdü Başar. “Helal,” diyerek güldü Pamir.

Başar, “Ama Başkomiserim,” diye mırıldanmaya başlamıştı ki, Pamir ayağa kalkıp ellerini Başar’ın omuzlarına koydu.

“Hayatımda ilk defa birbirine aşık iki insan gördüğümde, Cansu’yu Erdem’e istiyordum. Aşkla, aşık iki insanla ilk tanışmam onlarla olmuştu. Onlardan sonra bir daha aşık insanlar görebileceğimi sanmıyordum. Ta ki..” gülümsedi, “Ta ki, Erdem’in düğününde, mermilerin altında Fulya’nın gözlerine bakana dek. Erdem’in Cansu’ya baktığı gibi bakıyordum ona. Ve O da bana Cansu’nun Erdem’e baktığı gibi bakıyordu. Şimdi aynı bakışları üçüncü kez görüyorum, Başar. Sen ve Begüm, birbirinize aşkla bakıyorsunuz: Tıpkı, Erdem ve Cansu’nun birbirine baktığı gibi. Ama siz aynı benle Fulya’nın yaptığını yapıyorsunuz. Cesaretiniz yok. Korkuyor ve kaçıyorsunuz. Yapmayın, bu sizi yalnızca yıpratır. Tecrübe konuşuyor, bak!” göz kırpıp ellerini çekti. “Hayret,” diye mırıldandı. Mithat’a baktı, “Mithat iyi bilirdi bu işleri ama hiç akıl vermedi mi sana?” deyip güldü.

 Mithat kızararak başını öne eğdi.

“Şaka yapıyorum Mithat, ama sen yine de birkaç taktik ver,” deyip Orhan’a döndü. “Hazırlan Orhan, yakında düğün yapacağız.” Tekrar Başar’a baktı. “Begüm’le ben konuşurum. O da, sen de bir ailenizle konuşun. Gelebilirlerse gelsinler. Gelemezlerse ben ve Sedat Amir bu işi üstleniriz.”

“Mümkünse Sedat Amir, Begüm’ün babası olsun,” diyerek takıldı Orhan.

“Bak şimdi! Ben vermem mi Begüm’ü? Onu mu ima ediyorsun? Lan, vermeyeceğim kızı niye isteteyim?”

 Çardağı kaplayan gülüşmelerin yanı sıra Başar’ın içi tarifi olmayan bir mutlulukla dolmuştu.

 Yanındaki bu üç adama baktı Pamir. Fulya’nın dün gece söylediklerini düşündü. Bu adamların sadece Başkomiseri değildi. Karısı haklıydı.

  Odasına girmek üzereyken Pamir, İnci yetişti.  Odasında onu bekleyen biri olduğunu söyledi. Gelen kişi adını söylememişti. Fakat Ahsena Akyürek’i tutukladıkları gün de gelmişti. Pamir o gün sorguya gireceği için gelen kişiyle görüşememişti.

 İnci’ye teşekkür ederek odasına girdi. Masanın önündeki sandalyelerden birinde yaşlı bir adam oturuyordu. Pamir odasına girip kapıyı örterken, “Kusura bakmayın,” dedi.

 Yaşlı adam ağır hareketlerle ayağa kalktı. “Önemli değil,” diyerek gülümsedi.

 Pamir yüzünü, adamın kırış kırış suratına dönünce donup kaldı. Başı aniden dönmeye başladı. Hissediyordu: Görüntü bulanıklaştığında ne yapacağını bilemeyecekti. Hissediyordu: Geçmişi, beden bulmuş vaziyette karşısındaydı.

   Ve görüntü bulanıklaştı…

“Demek okula başlıyorsun, Küçük Adam?”

“Evet, Hocam. Birinci sınıfa başlayacağım. Hem de altı yaşında!”

“Sen çok zeki bir çocuksun, Pamir.”

“Çünkü benim hocam sizsiniz.”

“Hep böyle kal olur mu? Saf ve temiz.”

“Ne demek istediniz?”

“Okulda da, burada olduğun kadar başarılı ol diyorum.”

“Olacağım ki! Çünkü benim bir an önce okulu bitirip para kazanmam lazım.”

“Neden bir an önce para kazanman lazım?”

“Annem çalışmasın diye.”

“Bir gün annene bakacağını biliyorum, Pamir. Ama bunu vakti gelince yapacaksın.”

“Ama okul çok uzun sürüyormuş. Hem ben şimdiden okumayı biliyorum. Siz öğrettiniz. Siz bana her şeyi öğrettiniz, Hocam. Neden illa okula gitmem gerekiyor, anlamıyorum. Çalışıp para kazanabilirim ki artık.”

“Bazen senin altı değil de atmış yaşında olduğunu düşünüyorum.”

“Yaşlı mı gösteriyorum?”

“Hayır. Ama yaşlı konuşuyorsun. Bak Pamir, sen henüz altı yaşında bir çocuksun ve okula gitmen gerekiyor. Çocukluğunu yaşaman gerekiyor. Çünkü büyüdüğünde bir daha çocuk olamayacaksın.”

  Dizlerinin titrediğini hissediyordu Pamir. Bulanıklık kaybolmuş ve geçmişte gördüğü güzel yüzlü hocası beli bükülmüş, teni kırışmış olarak karşısında duruyordu.

“Pamir,” diye geveledi Hocası.

 Pamir nihayet toparlandı ve adamın eline doğru atıldı. “Hocam!” elini tuttu ve öpüp alnına koydu. Başını tekrar kaldırıp hocasının yüzüne bakınca; Adam, Pamir’in avucunda duran elini çekti ve kollarını açtı. Pamir hocasına öyle büyük bir şiddetle sarıldı ki, bir an için onu düşüreceğini sandı. Sıkıca hocasını tuttu.

 Pamir geri çekildiğinde, hocası baştan ayağa onu inceledi. “Koca adam olmuşsun!” dedi. “Seninle gurur duyuyorum.”

 Pamir sandalyeyi gösterince, kalktığı sandalyeye yavaşça geri oturdu Arif. Karşısındaki sandalyeye de kendi oturdu.  

 Kaybettikleri zamana inat hızla konuştular. Nasılsın, ne yapıyorsun.. Bugün Pamir için dünyanın en güzel günüydü. Hocasına evlendiğini, hatta baba olacağını söylediğinde Arif öyle güzel gülümsedi ki, Pamir kendini yeniden çocuk hissetti.

“Biz..” diye geveledi Arif. “Biz seni çok özledik, Pamir.” Gözlerini yere devirdi. “Seni arayıp bulmak istedik. Yanımıza almayı, ama..”

 Hızlı bir hamleyle hocasının ellerini tuttu. “Lütfen Hocam. Geçmişi konuşmayalım.”

 Bir anda odanın kapısı açıldı. “Pamir, kayıp bürodan..” diyerek içeri Orhan girdi. “Af edersin, misafirin olduğunu bilmiyordum.”

 Sorun olmadığını belirtircesine omuz silkti. “Ne söylüyordun?” diye sordu.

“Kayıp bürodan Komser Çetin geldi. Görüşmek istemiştin.”

“Ah, evet.” Hocasına döndü, “Sizi sağ koluma emanet etsem, mahsuru olur mu, Hocam?”

 Yavaşça kalkıp, elini Pamir’in omzuna koydu Arif. “Devletin polisini daha fazla meşgul etmeyeyim. Adresimi bırakır eve dönerim.”

“Nasıl isterseniz,” deyip Hocasının elini öptü.

 Bu sırada, Orhan şaşkın halde dikiliyordu. ‘Hocam’ mı demişti Pamir? Bir hocası mı varmış? Arif’le birlikte odadan çıktıklarında hala şaşkınlığı geçmemişti. Onun şaşkınlığı Arif’in gözünden kaçmadı. Kendini tanıttı ve Pamir’in nasıl bir Başkomiser olduğunu sordu. Bir yandan emniyetin çıkışına doğru yürüyorlardı.

 Bahçedeki çardağa oturdular. Biraz Pamir’in başkomiserliğinden, biraz da Arif ve Küçük Pamir’den bahsettiler.

 Bir ara Orhan, Arif’in adresini not aldı.

“Demek sen, Pamir’in en güvendiği adamsın,” dedi Arif. Orhan nezaket gereği tebessüm etti. “Aslında onunla bir şey konuşmaya gelmiştim. Ama,” bir anlığına duraksadı. Başını üzüntüyle iki yana salladı. “Uzun yıllardır Pamir’i görmüyorum ve onunla bunu nasıl konuşurum bilmiyorum. Karşımda artık o ufak çocuk yok.”

“İsterseniz bana anlatabilirsiniz. Size yardımcı olurum.”

Usulca başını salladı Arif ve masaya doğru eğildi. “Pamir’in bir kardeşi var,” diye fısıldadı.

 Orhan’ın gözleri dehşetle büyüdü, ama Arif bunu fark etmeyerek konuşmasına devam etti.

“Üstelik..” duraklayıp diliyle dudaklarını ıslattı. “Pamir’in annesi…”

“Öldürüldü,” diye bitirdi Orhan, Arif’in tamamlayamadığı cümlesini.

 Şimdi gözleri büyüyen Arif’ti. “Bunu nereden…” durakladı. Derin bir nefes aldı.

 Orhan ellerini masada birleştirdi. “Biz cinayet masasıyız, Arif Bey ve Pamir bir kız kardeşi olduğunu biliyor.” İç çekti. “Biz bir süredir onu arıyoruz. Nergis’i.”

 Arif rahatlamışçasına tuttuğu nefesi bıraktı.

“Peki, siz bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu Orhan. “Pamir’in kardeşi olduğunu?” bir an susup heyecanlandı. “Yoksa, onun nerede olduğunu biliyor musunuz? Onu gördünüz mü?”

 Yavaşça başını salladı Arif.

“Nerede şimdi?”

Arif hafifçe gülümsedi ve sanki kelimeleri yutacakmışçasına fısıldadı. “Bizim evde.”

  Orhan ve Yağız’ın konuşmasının devamı: (Sadece diyalog içerir)

“Cellat derken neyi kastediyordu?”

“Suçlu olan insanları öldürmekten, hani idam mahkûmlarının idamını gerçekleştirenler gibi.”

“Türkiye’de idam cezası yok. Cellat nasıl olacaktı?”

“Bu soruyu ben de sormuştum ve bana korkutucu bir ifadeyle bakmıştı. Sustum ve bir daha sormadım.”

“İnsanların ölümü onun hoşuna mı gidiyordu?”

“Yalnızca kötü olanların ölümü.”

“Ailesi kötüydü yani, öyle mi?”

“Bence Cellat olmaya ailesini öldürerek başladı. Dünyadaki en kötü insanların kendi ailesi olduğunu söylerdi.”

“Ailesi ona başka neler yapıyordu, Yağız?”

“Bilmiyorum. Anlatmazdı pek. Yüzeysel bahsederdi.”

“Onunla en son ne zaman konuştunuz?”

“Cumartesi günü. Şubatın yirmi yedisiydi.”

“Nerede buluşurdunuz?”

“Gizli bir yerimiz var. Hep orda buluşurduk. Yine orda buluştuk. Onu YGS’ye girmeye ikna etmeye çalıştım. Babasının izin vermediğini söyledi ve yine aynı şeyi… ‘Cellat olmak için YGS’ye girilmiyor’ dedi. Gözlerinde yine aynı ifade vardı.”

“Başka bir şey dedi mi?”

“Vedalaşırken kulağıma eğilip, ‘Yakında her şey bitecek’ diye fısıldadı.”

“Onu amcasının oğluyla sözlediklerini biliyor muydun?”

 Yağız’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Sahi mi? İhsan Abiyle mi?”

“Neden İhsan olduğunu düşündün?”

“Çünkü Nergis’e aşıktı.”

“Ya sen? Sen de aşık mıydın?”

“Hayır, asla! Bizim aramızda öyle bir şey yoktu.”

“Sence, sana sözlendiğini neden söylemedi?”

“Kimle sözlediler onu?”

“En büyük olanıyla.”

“Vay canına! Desene, ölmeyi hakikatten hak etmişler!” -Kaşlarını kaldırarak Yağız’a bakınca Orhan, hemen toparlandı çocuk.- “Af edersin abi. Bir an polis olduğunu unuttum.”

“İhsan’la sözleseler hak etmeyecekler miydi?”

“Düşünsene abi, bir tarafta on dokuz yaşında genç bir kız. Öteki tarafta ise otuz yedi yaşında hayvan gibi bir herif!”

“Arada tam on sekiz yaş! Neredeyse Nergis’in yaşı kadar.”

“Öyle insanların yaşaması gerçekten saçma. Belki de Nergis, öldürmek istemekte haklıydı.”

“Belki de…” diye mırıldandı Orhan. Ve bu andan sonra kafayı yoracağı en büyük sorun buydu.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: