SARI ORKİDE – BÖLÜM 23

“Tozpembe Hayatların Karanlığı”

Ocak 2020

  Elindeki fotoğrafçılık belgesine gururla bakıyordu, Eylül. Fotoğraf sergisi için Almanya’dan Serhan’la birlikte gelmişti. Ama kocası sergi açılışının sonrasındaki gün Almanya’ya geri dönmüştü. Eylül bir ay İstanbul’da ailesi ve arkadaşlarıyla, en çok da Mehtap’la olacaktı.

 Mehtap, Eylül’ün gelmesini iple çekmişti. Şimdi onunla sergiyi gezerken yalnızca iki ay sonra tamamen özgür olacağını hatırlayarak gülümsedi.

“Senin bu belgeyi tuttuğun gibi, ben de boşanma evrakını tuttum,” diyerek kahkaha attı.

“Hiçbir şey almadan öylece boşanıp anne evine dönmen çok saçma,” dedi Eylül, belki yüzüncü kez söylüyordu.

“Ne yapmalıydım? Aksi halde boşanmayı kabul etmeyeceğini söyledi.”

“Bari eşyaları satın ve parasını paylaşın. Böylesi bencilce. Boşanınca paraya her şeyden çok ihtiyacın olacak.”

“Biliyorum, ben bir kız annesiyim. Elbette paraya ihtiyacım olacak. Annem çalışıyor, ben de Ahu anaokulu yaşına gelince çalışmaya başlayacağım. Ama o zamana kadar kızıma kendim bakacağım. Annemin maaşı bize yeter.”

“Zamanında evin eşyalarını ortak para koyup almamış mıydınız?”

“Evet, ama yapabileceğim bir şey yok, bulaşık ve çamaşır makinesini annem almıştı. Onları götürebileceğimi söyledi.”

“Allah razı olsun beyefendiden! Lütfetmiş!” Kinayeli konuşmak Eylül’ün en büyük gafletiydi. Elinde olmuyordu, ağzından sözcükler çıkıveriyordu işte. Serhan’a çok yapıyordu, bazen onu kırıyor, sonra nasıl toparlayacağını şaşırıyordu; bazense Serhan kinaye yaptığını anlamadan es geçiyordu. Mehtap’ın yüzünün düştüğünü görünce dilini ısırdı. Yapmak zorundaydı sanki şunu! İç çekip gülümsedi. “Hadi gel, Viyana Kahvesi’nde bir tatlı yiyelim. Serginin şerefine ben ısmarlıyorum.”

“Serginin en güzel fotoğrafları seninkiler.”

“Hadi be oradan! Daha güzelleri var ama sen en yakın arkadaşım olduğun için öyle demek zorundasın tabii.”

“Evet, ama hangisinin daha güzel olduğunu söylemeyeceğim.”

“Bir de söyleseydin!”

  İki arkadaş, kucaklarında Ahu’yla birlikte İstiklal Caddesinden, Galata’ya yürüdüler. Eylül’ün son dört yılı bu sokaklarda geçmişti. O yüzden Taksim-Beyoğlu ona yuva hissi veriyordu. Galata’ya nazır Viyana Kahvesi’nde oturup birer San Sebastian sipariş ettiler. Burayı bulduğu ilk günü, dün gibi hatırlıyordu Eylül. O vakitler henüz sosyal medyada viral olmuş bir yer değildi. Tek şubeydi ve tüm çalışanları tanırdı. Girdiği Almanca sınavından kalmış ve sadece yürümek istemişti. Ayakları onu Viyana Kahvesi’nin önüne getirdiğinde bir adam gülümseyerek içeri buyur etmişti. O sırada Eylül farkında değildi ama ağlıyordu. Ve sonra hayatında ilk kez San Sebestian yedi. Her kötüye bir iyilik katmayı çocukken öğrenmişti. O yüzden Viyana Kahvesi, onun kötü anlarının en iyisi olmuştu. Kötü geçen her ders ya da sınavdan sonra kendini hep burada buldu. Sonra da kutlama yapmak için tüm arkadaşlarını getirdi buraya ve bazen kutlama yapmak için hiçbir sebebi yoktu.

 Birkaç gün önce sergi açıldığı gün, Serhan’la da gelmişti. Sergiye fotoğraflarının konması şerefine…

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Mehtap.

“Burayı bulduğum ilk günü.”

“Hayatının en stresli dönemini bitirdin. Seninle gurur duyuyorum.”

“Ve şimdi daha streslisini yaşıyorum.”

“Nedenmiş o? Senin için en zoru şu Almanca sınavları değil miydi?”

“Öyleydi ama…” susarak iç çekti.

“Ama?”

 Eylül arkadaşına doğru eğildi, sanki bir sır veriyormuşçasına fısıldayarak, “Almanya’da mutlu değilim, Mehtap,” dedi. “Hem de hiç.”

“Çünkü buradaki hayatın deli dolu geçiyordu. Kuş misali bir orada bir buradaydın. Şimdi orada evde olmadığını söylediğin anlara pek rastlamadım. Hep evdesin, sorun bu olabilir. Çevre edinmelisin. Evet, sen yalnızlığı seversin, yalnızlıktan besleniyorsun hatta ama hep aktif bir hayatın vardı.”

“Serhan’ın arkadaşının kız kardeşinden başka kimseyi tanımıyorum. Tanımak istiyor muyum, ondan da emin değilim. Ama sorun sadece bu değil.”

“Ya ne?”

“Ev… O ev ruhumu sıkıyor, Mehtap. Adımımı attığım andan beri hiç sevemedim orayı. Kendimi orada kafese kapatılmış, tropik bir kuş gibi hissediyorum. İşin garibi evden dışarı çıkasım gelmiyor, gerçi hiçbir yeri bilmiyorum, çıksam nereye gidebilirim ki?”

“Üç ay olduğu daha, bence normal. Etrafı öğrenirsin zamanla, çıkarsın…”

“Gidecek bir yer yok ki. Türkiye’nin köylerinin modernleşmiş halinde yaşıyorum. Şehir de değilim, üç-beş market, iki dönerci, iki pizzacı ve bir tane uyduruk kafeterya var, o kadar. Yaşadığım kasaba bundan ibaret.”

“Taşınmayı düşünmüyor musunuz?”

“Düşünüyoruz ama bütçemize uygun bir yer henüz bulmuş değiliz. Kendimi orada çok yalnız ve çaresiz hissediyorum.”

“Annene söyledin mi bunları?”

“Tabii ki hayır! Senden başka bunları söyleyebileceğim kimse yok.”

“Serhan biliyor ama di mi?”

“Evet. O olmasa zaten bir hafta bile dayanamazdım. Aşk ne garip bir şey, sırf seviyorum diye tüm yaşantımı değiştirdim.” 

“Ben seni tanıyorum, en fazla bir yıl sonra tamamen alışmış olursun ve dönmek bile istemezsin.”

“Eğer taşınmazsam yakında o evden kaçarım.”

“O kadar mı kötü be, abartıyorsundur.”

“O kadar kötü!”

“Peki.”

  Bazen tozpembe gördüğümüz şey karanlıktan ibarettir. Siyahı pembe yapan, insanın dışa vuruş gösterisidir. Mehtap nasıl mutsuz evliliğini yıllarca dışarı örnek evlilik olarak gösterdiyse; Eylül de şimdi mutsuz yalnızlığını, yeni bir macera olarak gösteriyordu. Birbirlerinden başka kimse, tozpembenin aslından karanlık olduğunu bilmiyordu.

 İkisinin ortaokuldan ortak bir arkadaşı vardı. Eylül’ün düğününden birkaç ay sonra o kızı hayatlarından postaladılar. Çünkü bazı insanlar hayatlarındaki karanlığı bütünüyle dışarı salarak, kıskançlıklarıyla kötülük saçar. O kız, onlardan biriydi. Bildiğiniz üzere Eylül’ün, düğününden sonra Serhan’la gitmeyip, İstanbul’da kalması dedikodu kazanını fokurdatmıştı. Arkadaş çevrelerindeki kazanı kaynatan kişi o kızdı. Biz burada isim kullanmayacağız.

 O kız, düğünden sonra Eylül’ün gitmemesi hakkında aslı olmayan dedikoduları arkadaş çevrelerine ve oturdukları mahalleye yayma görevini kutsal bir işmiş gibi üstlenmişti. Eylül’se bunları onun yaydığından habersiz, ortaokuldaki arkadaşlarını evine davet etti. Aralarından bir tanesi sıkıla sıkıla anlattı olan biteni. Hatta elinde kanıtlarla gelmişti Eylül’e. Evine o kızı almasın diye.

 O kız evliliğinde istediği mutluluğu elde edememişti. Fakat yanlış anlaşılmasın; kocası, Erman gibi değildi, aslında son derece kibar ve iyi bir adamdı. Zaten içindeki kötülüğü saçan insanlar, genelde mutluluklarını göremeyen nankör kişiler, değil midir? Arkadaşı sandıkları kızın onlar hakkında söylediği yalnızca bir cümleyi buraya bırakalım. Bu cümle bile insanların nasıl nankör, kör ve cahil olabileceğini gösteriyor.

“Eylül ve Mehtap’ın lisede kırmadığı ceviz kalmadı ama ikisi de mutlu evlilik yaptılar. Hak etmedikleri adamlarla evliler, bense masum bir lise hayatı geçirmeme rağmen beni hak etmeyen bir adamla evliyim. Eylül zaten adamı kullanıyor, yalnız bir hayat yaşamak için kasıtlı olarak yurt dışında yaşayan bir adamla evlendi.”

 Eylül ve Mehtap bu olandan sonra bir daha kimseyi belli bir mesafeden fazla yakınlarına almadılar.

 Mehtap bu lafları duyduğunda koca bir kahkaha atmıştı. “O bizimle aynı lise de bile değildi ki!” demişti önce. “Yazık, artık nasıl bir kıskançlıksa yaşadığı, benim zavallı hayatıma bile özenmiş.”

“Ben de yalnız bir hayat yaşamak için evlenmişim, baksana. Sanki yalnızlık, masalların mutlu sonuymuş gibi.”

 Bu kadar konuşmuş ve bir daha ortaokul ya da liseden arkadaşlarını yakınlarına almamışlardı. Onların lise hayatları tek aşktan ibaretti. Geri kalan dönem, acıyı unutma ya da kabullenme süreciydi.

2 Comments

  1. Özlem says:

    🤣kıskançlık öyle bir şeyki, mutsuz hayatını bile kıskanıyorlar gerçekten 🤣🤣🤣 herkesin hayatında böyle tipler var gerçekten

  2. Ayşe Nur says:

    Onlar için çok üzücü bir durum bu…

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: