Begüm dikkatli bir şekilde kızın önünde çömeldi. Sıkıntıyla ovuşturduğu ellerini, avuçlarının arasına aldı. “Benimle konuşmalısın, Güzelim.”
Başı ve bakışları yerdeydi kızın, Begüm’e bakmamak için gayret ediyordu. “O beyaz lale çok güzeldi. Ben de koparıp vermek istedim.”
“Ama iki lale vermişsin?”
“Sadece beyazı koparmıştım. Öteki lale onunla birlikte geldi. Ezilmişti zaten. Ölü gibi yatıyordu yerde.”
Nazikçe kızın yanağını okşadı Begüm ve yavaşça kızın başını kaldırdı. Göz göze geldiklerini fark edince, bakışlarını hemen yere indirdi kız.
“Çok güzel bir ismin var biliyor musun?”
Omuz silkti kız.
“Bana bakar mısın, gözlerinin rengine bakmak istiyorum. Adınla aynı renk mi, merak ettim.” Bir saniyeliğine Begüm’e baktı kız. Gülümsedi Begüm. “Tam da düşündüğüm gibi. Gözlerin kestane rengi.”
Kızın adı, Kestane’ydi. Sarışın ve ufak tefekti. 12 yaşındaydı ama daha küçük görünüyordu.
“Kestane’cim, Müdire Annenizi çok sevdiğini biliyorum. Ona, adının çiçeğini vermek istemeni anlıyorum. Bu çok güzel bir şey. Sana laleleri kopardığın için kızmayacağım. Senden öğrenmeyi istediğim tek şey var.”
Birden bakışlarını kaldırdı Kestane.
“Laleleri kopardığın yerde birileri var mıydı?”
Biraz düşündü, sonra başını salladı. “Bir kadın vardı.”
“Onu hatırlayabilir misin?”
Başını hayır şeklinde salladı. “Fotoğraf çekiyordu ve ben laleyi koparınca bana bağırdı. Çok korktum, hemen kaçtım.”
“Sana ne diye bağırdı?”
“‘Hey!’ dedi.”
“Anladım.”
“Ona hiç bakmadım,” diyerek başını üzüntüyle salladı.
“Olsun. Önemli değil. Nereden kopardığını hatırlayabilir misin?”
Başını yine hayır anlamında salladı. Begüm iç çekerek az ilerideki Başar’a baktı. Müdüre yardımcısının odasından çıkmış, gitmek için Begüm’ü bekliyordu, Başar.
“Tamam Kestane, eğer hatırlayabilirsen Mihri Ablana söyle, bize ulaşsın.”
Bir anda çocuğun gözleri korkuyla parladı. “Ona söylemek zorunda mıyım?”
“Ondan korkuyor musun?”
“Şey…” bakışlarını yere devirdi.
“Bana anlatabilirsin. Mihri kötü biri mi?”
Begüm’e doğru eğildi, “O biraz sinirli,” diye fısıldadı.
“Size vuruyor mu?” sessiz kaldı çocuk. “Korkma. Sana bir şey yapmasına izin vermem.”
Kestane sessiz kalınca Begüm tekrardan sordu.
“Bağırıyor, her zaman bağırıyor. Müdire Annemiz, ona hep kızardı. Bize bağırınca kızardı. Ama O yokken bize ceza verirdi.”
“Neden ceza veriyordu?”
“Müdire Anne bizi şımarttığı için. Şımarıkmışız. Öyle söylerdi. Bir keresinde ablalardan birinin külotu kan olmuş. Dikkat etmediği için ona hepimizin içinde bağırdı ve kanlı külotu bahçeye astı.”
“Size başka ne cezalar veriyor?”
Omuz silkti Kestane. “Altına yapan biri olunca, onu karanlık ve soğuk tuvalete kilitliyor. Eğer hepimize kızmışsa, ışıkları açmama cezası veriyor. Bazen yorganları topluyor.” Yutkundu. “Böyle şeyler,” deyip sustu.
“Telefon kullanmanıza izin var mı?”
“Bazı ablaların telefonu var.”
Cebinden kartını çıkardı, Kestane’nin avucuna koydu. “Size bir daha ceza verdiğinde beni arayın.”
“Sen ne yapabileceksin ki?”
“Çok şey. Ama yapabilmek için o anda yetişmem gerekiyor. Size ceza verdiği anda.”
Başını sallayıp ayağa kalktı. “Artık gidebilir miyim? Bitti mi soracakların?”
“Tabii ki gidebilirsin,” diyerek ayağa kalktı Begüm.
“Gidiyor muyuz?” Begüm’ün kımıldamadığını görünce yanına geldi Başar. “Begüm?”
“Gidiyoruz. Ama döneceğiz.”
Arabaya yerleşince cep telefonunu çıkardı, Begüm. Doğruca Pamir’i aradı. “Başkomiserim, Begüm be..”
“Numaran kayıtlı, her seferinde adını söyleyip durma.”
“Özür dilerim, Başkomiserim.” Başar’ın meraklı bakışlarına aldırış etmeden devam etti. “Laleyi veren kızla konuşur konuşmaz haber vermemizi istemiştiniz.”
Kısaca olayı özet geçti Begüm. Ama Mihri’nin kızlara yaptıklarından bahsetmedi. Şimdi sırası değildi. Telefonu tam kapatacağı sıra, Pamir onu şaşırtan bir soru sordu.
“Sence benden iyi bir baba olur mu?”
Pamir’in sesindeki yumuşaklığı hissetti Begüm. Gayri ihtiyari gülümsedi. “Elbette olur, Başkomiserim.”
Cevabı alır almaz toparladı sesini Pamir. “Işıkhan’ın ailesine otopsi raporunu açıklama görevi ikinizde,” dedikten sonra telefonu kapattı.
İnci ve Mithat derinlemesine araştırmış ama tek bir kimyager bile bulamamışlardı.
Öte yanda Orhan, Emirgan Lale Korosundaki kameraların başında gününü öldürmüştü. Elinde hiçbir görüntü yoktu. Kameralar bozulmuş ve bunu kimse anlamamıştı. Canı sıkkın halde emniyete döndü. İnci ve Mithat’a katıldı. Üçü birlikte tüm yurt kayıtlarını önlerine döküp tek tek herkesi analiz etmeye başladılar.
Yaklaşık iki saatin sonunda Başar ve Begüm, Limoncuoğlu ailesinin kapısını çalabildi. Ev çok kalabalıktı, tam bir yas havası vardı. Hizmetçi kız, onları mutfağa aldı. Seda Hanımla Timur Bey mutfağa gelince, kız kapıyı örtüp çıktı.
Kısa bir merhabalaşmadan sonra Başar, “Otopsi raporu geldi,” diye söze başladı. “Görünüşe göre oğlunuz canına kıymak istemiş.”
“Ne demek istiyorsunuz?” diyerek çıkıştı Seda Hanım.
“Işıkhan intihar etmiş, Seda Hanım.”
“Bunu nasıl söylersiniz!”
Kadının gözlerinden çıkan alevi görünce devreye girdi Begüm. “Oğlunuzu intihara sürükleyecek herhangi bir olay yaşadınız mı?”
“Tabii ki de hayır!”
Sıkıntıyla öksürdü Timur Bey, “Işıkhan mutlu bir çocuktu,” dedi, karısının aksine, kibarlıkla.
Ekiptekiler, Lale Dalı Cinayetlerinden bahsetmeden bilgi almaya çalışıyordu. Bu seri cinayetin medyaya sızmasını istemiyorlardı. Kendileri bile henüz işin içinden çıkamamışken, bir de meraklı toplulukla uğraşamazlardı. Otopsi sonucuna göre hareket ediyor ve katilin yolundan gitmeye çalışıyorlardı. Cinayet değilmiş gibi…
“İyi düşünün Timur Bey,” dedi Başar. “Belki de biri oğlunuzun aklına girmiştir? İntihara sürükleyen biri olduysa, bu da cinayete girer. Bir çocuğu, kasten ve isteyerek intihara iten biri, katildir.”
Düşündü Timur Bey. Karısı tırnaklarını dişleri arasında ezerken, O daha sakindi. “Benim aklıma bir şey gelmiyor.”
“Sakıncası yoksa,” diye araya girdi Begüm. “Aranızda şiddetli geçimsizlik var mı? Çocukları mutsuzluğa iten en önemli…”
“Sen ne dediğinin farkında mısın?”
“Seda, biraz sakin olur musun?” kocasının bu çıkışına, burnundan soluyarak baktı Seda. “Biz birbirimize bile sesimizi yükseltmeyiz. Karım, oğlumuzun kaybından dolayı biraz gergin.”
Avuçlarını yüzüne kapattı Seda, ağlamaya başladı. Kocası onu kollarına alıp, göğsüne bastırdı. “Özür dileriz,” diye fısıldadı, aynı zamanda gözüyle kapıyı işaret ederek.
Begüm ve Başar yavaşça çıktı mutfaktan. Birbirlerine huzursuzca bakıp sokak kapısına yürüdüler.
Evden çıkmışlardı ki, yaşlıca bir kadın arkalarından koşarak onlara yetişti. “Af edersiniz?” Başında iğne oyalı bir tülbent, üstünde çiçekli bir entari vardı. Kısa boylu, toplu bir kadındı. Tülbendinin önünden beyaz saçları çıkmıştı. Yanakları pembe, gözleri elaydı.
İkisi de kadına dönünce, ellerini ovuşturarak onlara baktı, kadın. “Sizinle biraz konuşabilir miyiz?” evin yanında kalan bahçeyi gösterdi, bir çardak vardı.
Çardağa geçip oturdular.
“Ben Işıkhan’ın dadısıyım. Onu öldürdüler mi, yoksa kendi canına mı kıymak istedi bilemem. Ama Seda Hanımla Timur Beyin size anlatmadığı, benim de onlara söylemeye dilimin varmadığı bir takım şeyler var.” Sıkıntıyla konuşuyordu kadın. Gözü evdeydi. Biri çıkar ve onu görür diye diken üstünde duruyordu.
“Nedir onlar?” diye sordu Begüm.
Onlara doğru eğildi Dadı. “Işıkhan evlatlık,” diye fısıldadı.
Yay gibi gerildi Başar. “Bu çok önemli bir ayrıntı.”
Başını salladı kadın. “Bunu kimse bilmez. Kendi aileleri bile. Aslında ben de bilmiyordum.” Etrafa tekrar bakıp konuşmaya başladı. “Altı yıl önce işe alındım. Işıkhan dört yaşındayken. Birkaç ay öncesine kadar Işıkhan’ın evlatlık olduğunu bilmiyordum. Dediğim gibi, kimse bilmiyor. Bir gün Işıkhan’ın odasını toplarken bir kağıt buldum. On yıl öncesine ait bir kağıt. Onun evlatlık olduğunu, Limoncuoğlu ailesine evlatlık verildiğini gösteren belgeydi. İnanamamıştım. Öz çocukları gibiydi.”
“O kağıt Işıkhan’ın odasında ne arıyormuş?” diye sordu Begüm.
“Bilmiyorum. Kağıdı bulunca alıp sakladım. Sonra Işıkhan’ı takip etmeye başladım. Kağıdı O bulmuş. Öğrenmiş. Bir gün onu takip ettim. Kağıttaki yuvaya gitti, evlat edinildiği yuvaya. Onu bir süre takip ettim. Sık sık evden kaçıp oraya gidiyordu. Orda arkadaşlar edindi kendine.” İç çekti. “Sanırım Işıkhan, ailesini arıyordu.”
“Bunları Seda Hanıma anlattınız mı?”
“Dilim varmadı. Işıkhan pes eder sandım. Onu kırkı bile çıkmadan evlat edinmişler. Değişik bir çocuktu Işıkhan. Her şeye sahipti ama bence mutlu değildi. Mutlu olsa neden onu doğar doğmaz terk eden ailesini arasın ki?”
“Bunu terk edilmeyen biri anlayamaz galiba,” diyerek iç çekti Begüm.
“Doğru. Işıkhan’ın yuvaya sık sık gitmesinin sebebi bu olabilir. Oradakilerin kaderi aynı.”
“Peki o gün, Işıkhan da farklı bir şey fark ettiniz mi?” diye sordu Başar. “Laleleri nerden bulduğunu biliyor musunuz?”
Başını olumlu anlamda salladı kadın. “O gün de yuvadaydı ve yuvaya girerken eli boştu. Çıktığında laleler vardı. Eve o lalelerle geldi.”
“Yuvada kimlerle görüştüğünü biliyor musunuz?”
“Maalesef. Yuvanın içine hiç girmedim. Kapıda hep onu bekledim.”
“Hangi yuva olduğunu hatırlıyor musunuz?”
“Elbette. Kağıdı bulduktan sonra neredeyse her gün oraya gitti. ‘Alemdağ Çocuk Evi’ ormana yakın. Eğer Işıkhan intihar ettiyse,” bir anda susup kızardı. “Özür dilerim, şey, ben konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. Otopsi intihar demiş ya..” derin bir nefes alıp devam etti. “Işıkhan’ı yuvada dolduruşa getirdiklerine inanıyorum. Ona, o yuvada bir şey yaptılar.”
“Merak etmeyin,” dedi Begüm. “Biz bu olayı çözeceğiz. Laleleri Işıkhan’a vereni de bulacağız, onun canına kast edeni de.”
“Daha fazla burada kalırsam şüphelenecekler,” diyerek ayağa kalktı kadın. “Size bunları anlattığımı bilmesinler. Bir de çocuklarının onları istemediğini bilsinler istemiyorum. Onlar iyi insanlar. Gerçek birer anne baba oldular. Timur Bey’in bir kere bile Işıkhan’a bağırdığını bilmem. Seda Hanımın size verdiği cevapları umursamayın, O her çocuğun hayalini kurabileceği bir anne.”
Limoncuoğlu ailesinin evinden çıkınca Pamir’i aradı, Başar. Açmadı telefonu. Arabaya bindiler ve Alemdağ Çocuk Evi’ne doğru yol alırken birde Orhan’ı aradılar.