CİNAYET TOHUMU / Bölüm 29

Duvardaki saate baktı Başar. Başı dayadığı elinden kayıp duruyordu. Kaç saattir uyumadığını hesap edemedi. Saat “05.30” olmuştu.Burada çok sıkılmıştı. Salonda her şey altın kaplamaydı. Başar tüm bu altın madeninin ortasında oturmaktan rahatsız olmuştu. Es kaza koltukların altın kaplamasını çizse, Ercan Ulus tarafından kurşuna dizileceği hissine kapılmıştı. Üstelik Ercan Bey tam karşısında oturuyor, sanki Başar bir şeye zarar vermesin diye onu izliyordu. Saat ilerledikçe iyice gerildi.

Mithat’sa Başar’a nazaran oldukça rahat görünüyordu. Hatta o kadar rahattı ki, ağzında sakızı bile vardı. Birkaç kere telefonu çalmıştı Mithat’ın. Hepsini meşgule atmıştı.

Başar, Mithat’ın evine yerleştiği ilk gece, koltuğun altında kadın çamaşırı bulmuştu. Kendisininmişçesine utanmış ve yerine geri itmişti. Birkaç kere Mithat’la, Begüm’e olan duyguları hakkında konuşmak istemiş ama her seferinde susmuştu. Mithat’ın evine yerleşmeden önce ondan pek haz etmiyordu. Pamir’in ikisi arasında ayrımcılık yaptığını düşündüğü için Mithat’ı rakibi olarak görmeden edemiyordu. Oysa evine geldiği andan itibaren, ne kadar yanıldığını fark etti. Mithat her türden derdini paylaşabileceği, her koşulda yardım isteyebileceği biriydi. Bunu bunca zaman göremediği için çok utandı. Gerçi Başar’ın, Mithat’ı tanımamasının tek sebebi Pamir değildi. Mithat’ın kadınlarla olan ilişkisi de Başar’ın gözünde onu güvensiz bir adam yapmıştı. Sadık olmayan bir adam, güvenilir olamazdı.

  Beş dakika sonra, Mithat’ın masanın üstüne koyduğu telsiz cızırdadı. Oturduğu yerden kalkıp telsize doğru gitti.

 Başar düşen başını kaldırıp, bakışlarını Mithat’a çevirdi. Telsizden gelen ses, “Mithat Komserim, tarif ettiğiniz bayan, sokağa girdi. Eve doğru geliyor. Onu durduralım mı?” diye sordu.

 Ercan Ulus ok gibi fırladı. “Durdursunlar!” diye çırpındıysa da Mithat aldırış etmedi.

“Bırakın gelsin.” Ne de olsa O, Pamir Başkomiserin ekibindeydi. Adamın teki karısından çocuğunu sakladı diye, dediğini yapacak değildi. Ercan’ı görmezden gelerek Başar’a baktı. “Başkomiserimi arayıp bilgilendir. Ben şu kızı karşılamaya gidiyorum.” deyip evden çıktı. Kızla bahçe kapısında karşılaştı. Oydu, günlerdir peşinde oldukları Hülya Bozlak, gerçek adıyla Armağan Yücel, Mithat’ı karşısında görünce kahkaha attı.

“Başkomiser Pamir karşılar sanıyordum!” diyerek alay etti ve birden ciddileşti. “Demek beni buldunuz?” ellerini Mithat’ın görebileceği şekilde kaldırdı. “Ama geç kaldınız.” İki bileğinde de lale dalı dolanıktı.

“Ona biz karar veririz,” dedi Mithat silahını ona doğrulturken.

“İçeri girmek istiyorum. Yirmi dakikam kaldı. Ölmeden önce o herifle yüzleşmek zorundayım.”

 O sırada Ercan Bey, “Katil!” diyerek dışarı çıktı. “Oğlumu sen öldürdün!”

 Omuz silkti kız. Mithat, Ercan Beyi tuttu. Başar da içeride Meltem Hanımla uğraşıyordu. Kocası “evde kal Meltem” diyerek bahçeye fırlamıştı. Zavallı Meltem. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Evlat acısı yaşarken, esas evladı bahçedeydi.

 Bileklerini Ercan Ulus’a göstermek için uzattı kız ve herkes onun konuşmasına izin verdi. “Merak etme, yirmi dakika sonra hayatından defolup gideceğim. Benim gözüm sende, babalığında ya da paranda değildi. İstediğim tek şey intikamdı. Bunun için kimliğimi ve görünüşümü değiştirdim.

 Ailenize girip, önce Arcan’ı sizden koparacak, sonra da ona gerçekleri anlatacaktım. Arcan hassas biriydi, gerçeklerin acısıyla hayatta kalamazdı. Ama planlarım yolunda gitmedi. Hesaba katmadığım olağanüstü bir şey oldu. Aşık oldum!

  Ben baştan beri kimsesizdim, Ercan Bey. Beni emzirip büyüten kadın döverdi, söverdi, kendi oğlu için zırlayıp dururdu. Her zaman gerçekleri biliyordum. Arcan’dan nefret ettim. Hayatımı çalmıştı. Annesi, O yok diye hırsını benden çıkarıyordu. Yıllarca bana zorla hırsızlık yaptırdı.

 Ama biliyor musun, bana yaptığı bir iyilik vardı… Bana senden nasıl nefret edeceğimi, seni nasıl yok edeceğimi öğretti.

 Ben birazdan öleceğim. Bir daha beni görmeyeceksin. Ama bu senin de sonun olacak.”

 Tam ağzını açmıştı ki Ercan, karısının çığlığı duyuldu. Koşarak geliyordu. Başar, bir annenin daha fazla uyutulmasına izin vermemişti. Mithat’ı aramış, O da telefonu açarak Meltem Hanımın her şeyi duymasını sağlamıştı.

  Bir annenin gücü, en tehlikeli adamları bile devirmeye yetermiş. Anne şaha kalktı mı, tüm adamlar yerle bir olurmuş.

  Meltem, adına ve anneliğine yarışır şekilde gelmiş, kocasını ittiği gibi kızını kollarına almıştı. Arcan’ı her zaman çok sevmişti ama kalbinde bir buruklukla yaşamıştı. Arcan, “sevgilim” diyerek eve bu kızı getirdiğinde o his artmıştı. Ama kocası öyle çok konuşmuştu ki kız hakkında, hislerini duyamamıştı.

 Ellerini kızının omuzlarına koydu. Gözlerine baktı. Özür dilercesine tekrar sarıldı. Sonra bileklerini fark etti. Tam dallara dokunacağı sıra Başar atıldı, tuttu Meltem’i. Ama Meltem onu da aştı. Tekrardan tuttu kızının ellerini. “Canını yakacaklar,” diye geveledi.

Meltem dallara dokunduğu an, sertçe geri çekildi Armağan. “Yapma, dokunma!”

“Bilmiyordum, kızım olduğunu bilmiyordum.”

“Biliyorum. Senin suçun yoktu. Ama onlara dokunma.” Burnunu içine çekerek başını iki yana salladı. İşte o zaman kızın ağladığını fark ettiler. “Beni affet anne, yapmak zorundaydım.”

 Sarılmak için öne atıldı Meltem, kızı geri kaçtı.

 Bileklerini kaldırdı. “Onlar canımı yakmıyor. Çünkü beni bir tek onlar korudu,” giye fısıldadı.

 Bahçe kapısının dışından fren sesi duyuldu. Hemen ardından araba kapısı açıldı ve silah doğruldu. “Etrafın çevrildi, ellerini havaya kaldır,” dedi Pamir.

 Yavaşça ellerini kaldırdı Armağan.

“Hayır!” diye bağırdı Meltem. “Onun suçu yok.”

 Pamir ve Orhan silahını kıza doğrultmuştu. Arabanın arkasından Fulya ve Begüm indi. Fulya elini Pamir’in koluna koydu. “İndir onu,” diye fısıldadı.

“İndirin Başkomiserim,” dedi Mithat. “Şuan tehlikeli bir durum yok.”

 Pamir ve Orhan birbirine bakıp, silahlarını indirdiler.

 Begüm, kızın bileklerini görür görmez arabanın arkasına geçip ambulansı aradı.

“Bileğindekileri çıkar,” dedi Başar.

“Hayır, buraya kadar. Bitti!” diye bağırdı Armağan.

“Ne bitti?” anlamaya çalışıyordu Meltem, daha az önce bir kızı olduğunu öğrenmişti, şimdi de kızı bittiğini söylüyordu. Oysa her şey yeni başlıyor olmalıydı.

 Ercan Bey duruşundan taviz vermeyerek Meltem Hanımın omzuna dokundu. “Ona inanma Meltem. Oğlumuzun katili O.”

“Oğlumuz mu?” başını iki yana sallayıp, kocasının yüzüne tükürdü.

 Armağan arkasını dönüp, Pamir’e baktı. “Bu bir cinayet dosyası değil, Pamir Başkomiser. Bu bir kurtuluş hikayesi. Adamlarını, kurtulmak isteyen insanların ensesinden çek. Ne ben, ne Arcan, ne Tulü, ne de diğerleri öldürülmedi. Bizler özümüze dönüyoruz.” Birden başı döndü, nefes alırken zorlandı ve bahçenin kapısına tutundu. Meltem Hanım hemen kızını tuttu. “Üzülme anne. Laleler bizi korur.”

 Begüm ve Başar birbirine baktı. Bu anı daha önce yaşamışlardı. “Nerde kaldı bu ambulans!” diye bağırdı Begüm.

Armağan özür dilercesine annesine baktı. “Gidiyorum anne, özüme dönüyorum. Laleler bizi korur. Çünkü biz onların tohumlarıyız,” der demez annesinin kollarına yığıldı.

 Herkes donmuş vaziyette anne kızın son anını seyrediyordu. Bir tek Begüm çıldırmışçasına etrafında dönüyor ve durmadan ambulansı aramaya devam ediyordu.

“Bir şey yapın!” diye bağırdı Meltem. “Yalvarırım bir şey yapın! Onu kurtarın ne olur!”

 Başlarını yere eğdiler. Bu andan itibaren geri dönüşü olmadığını hepsi öğrenmişti. Armağan, lale dallarının öldürdüğü dokuzuncu kişiydi.

“Sen! Para ve ün uğruna çocuğunu sattın, öyle mi? Çocuğumuzu! Bizim canımızı, kızımızı! Allah’ın bize sunduğu armağanı nasıl satabildin! Cevap ver bana, Ercan! Hesap ver! Sen, bir anneye iki kere evlat acısını nasıl yaşatabildin? Bana nasıl kıyabildin, Ercan…”

 Hastane koridoru, anneliğin feryadıyla çınlıyordu. Ercan Bey başını önüne eğmiş, karısının yumruklarına, yıkılmamaya çalışarak göğüs geriyordu.

 Armağan ölmüştü, annesi ikna olmuyordu. Kızıyla ambulansa binmiş, görevlilere yalvarıp durmuştu. Bu onun kızı için ilk ve son çırpınışıydı. Bu yüzden herkes Meltem’i rahat bıraktı. Acısının dili yoktu Meltem’in. Yirmi sekiz yıldır bir oğlu var sanıyordu, onun için her şeyi yapmıştı. Fakat hayatın acı yüzü, oğlu sandığı evladını bir intikama kurban etmişti. Kocası ve öz kızı sorumluydu Arcan’ın ölümünden. Henüz Arcan’ın ölümü tam olarak aydınlanmamıştı ama Meltem öğreneceğini öğrenmişti. Ona bunlar yetmişti. Koşulsuz sevdiği oğlunun kaybını atlatamadan, varlığını bilmediği kızı çıkıp gelmiş, o da yetmezmiş gibi kollarında can vermişti. Meltem bir hafta içinde iki evlat acısı birden yaşamıştı. Onun acısının dili yoktu.

“Boşayacağım seni! Medyaya da anlatacağım. Hapislerde çürüyeceksin. Herkes senin için ‘para uğruna kızını satmış’ diyecek! Duydunuz mu! Buraya bakın, bu adam Ercan Ulus. Ulus Mücevheratın sahibi.”

“Sus artık Meltem! Acı çeken sadece sen değilsin!”

“Tabi ki de sadece benim! Karnımdaki bebeğin kız olduğunu bilseydim, onu sana yem eder miydim!

 Neden Arcan’ı işin başına geçirmediğin belli oldu. Sen zaten ona hiçbir zaman güvenmemiştin ki! Onu evden sen attın, zerre kadar üzülmemiştin. Sen ne bencil, ne paragöz adammışsın!”

“Hastanede olduğumuzu unutma.”

“Yakında hapiste olacaksın. Evlat katili olarak tutuklayacaklar seni.”

“Meltem Abla, biraz otur hadi.” Nazikçe kolunu tuttu Fulya. Yanına doğru çekti Meltem’i.

 Pamir, Ercan’ın yüzüne bile bakmıyordu. Zira geçmişi döndüğünden beri ‘baba’ kelimesi tüylerini diken diken ediyordu.

“Aynı babana benziyorsun. Sanki baban ikinci kez dünyaya gelmiş gibi…”

“Babam nasıl toprak oldu, anne?”

Küçük Pamir ve annesi çift kişilik yatağa uzanmıştı. Annesi, oğlunun saçlarını okşuyordu. Oğlunun sorusuyla, yine gözlerinde aynı hüzün belirdi.

“Baban çok güçlüydü oğlum. Aynı senin gibi.”

“Ama güçlü adamlar toprak olmaz ki.”

“Bir gün herkes toprak olacak, Pamir.”

Gözlerini patlattı Küçük Pamir. “Sen bile mi?”

“Hı hı, ve maalesef sen bile.”

“Ben toprak olmak istemiyorum, anne.”

“Merak etme, önünde koca bir hayat var. Hem ben daha babaanne olacağım.”

Omuz silkti Küçük Pamir. “Ya ben de babam gibi çocuğumu göremeden toprak olursam?”

“Babana benziyorsun diye onun kaderini yaşayacak değilsin, bir tanem. Sen torununu bile göreceksin.” Oğlunun karnının üstündeki elini tutup öptü. “Seni o kadar çok seviyorum ki Pamir, toprak olmaman için her şeyi yaparım.”

 Pamir’in omzuna dokundu Fulya.

 Yanını göstererek, “Otursana,” diye mırıldandı Pamir ve gözünün ucuyla Meltem Hanıma baktı. Fulya’nın oturttuğu yerde, tam karşısında sakince oturuyordu.

 Pamir’in gösterdiği yere oturdu Fulya. Başını Fulya’nın omzuna koydu Pamir. “Yorgunum,” diye mırıldandı.

 Fulya da başını, onun başına yasladı. “Kızın söylediklerini düşünüyorsun, değil mi? Fazla düşünmek seni yoruyor.”

“Düşünüyorum evet ama onun söylediklerini değil. Lale Dalı, bir cinayet dosyası. İşimde hiçbir zaman yanılmadım.”

 Öptü Pamir’i saçından. “Seni düşündüren ne?”

 Usulca kaldırdı başını Pamir, karısının gözlerine baktı. Boğazının düğümlendiğini hissediyordu, “Babam,” diye fısıldadı. “Ona ne olduğunu bilmiyorum,” dedi ve tekrar başını yasladı.

  Çok geçmeden Doktor, Armağan’ın yanından çıktı. Acı haber, “ölüm saati sabah altı” olarak resmiyete işlenmişti. Meltem kendini yere atmış, kızının kollarındayken yaşadığını söyleyip durmuştu. Kızı ölmüş olamazdı. O çok gençti. Üstelik ona daha kavuşamamıştı bile.

 Pamir, Meltem’e kızının cinayete kurban gittiğini, katilin onun beynini yıkadığını anlatsa da; Meltem’in suçladığı tek kişi Ercan’dı. Arcan’ın ve Armağan’ın genç yaşta ölümüne sebep olan laleleri, kimin zehirlediğini en kısa zamanda bulacağına dair söz verdi Pamir. Ama Meltem hiçbirini duymadı. İki çocuğunu birden kaybetmiş bir anneydi O. Sinir krizi geçiriyordu. Kocası izin verdi, doktor tuttu ve hemşire sakinleştirici iğne yaptı. Meltem’i odaya aldılar. Fulya, Meltem’le kaldı. Pamir, Ercan’ı alarak emniyete geçti.

  Armağan’ın ölmeden önce söyledikleri dosyaya çoktan eklenmiş, Pamir geldiğinde toplantı masasına konmuştu. Ercan Ulus, Sedat Amirin odasına girerken; Pamir toplantı odasına geçti. Ekibi onu bekliyordu. Pamir yerine yerleşir yerleşmez, Fulya’nın renklerle ilgili söylediklerini ve Gencay’ı anlattılar.

“Şuandan itibaren kimse evine gitmeyecek. Tüm yurtların müdürleri ve yardımcıları tekrardan sorgulanacak. Gerekirse bu sefer çocuklar da sorgudan geçecek.” Bir anda susup Başar’la Begüm’e döndü. “Şu at çiftliğinin sahibiyle konuştunuz mu? Neydi adı?”

“Ahsena Akyürek,” dedi Başar. “Konuşamadık Başkomiserim. Çiftlik kilitli, içeriye giremedik.”

“Arama izni alın, o çiftliğe en geç yarın girilecek.” İnci’ye döndü. “Sen de bir araştır bakalım. Kim bu Ahsena Akyürek.” Ayağa kalktı. “Uykusu olan bol bol kahve içsin. Orhan sen emniyette kal, yurt müdürlerini ve yardımcılarını sorguya al. Mithat sen benimle gel, Belgrat ormanına gidiyoruz. Vanlı Salim’e ulaşıp bir konuşalım.”

“Biz ne yapalım Başkomiserim?” diye sordu Başar.

“Siz de sorgulara girin, Ahsena Akyürek’i sorun. Yurtlar en son ne zaman çiftliğe gitmiş ve o çiftlikte lale yetiştiriliyor mu, her şeyi en ufak ayrıntısına kadar öğrenin.” İnci’ye döndü. “Araştırman bitince herkesi bilgilendir ve sorguları gözlemle.”

“Sizi de bilgilendireyim mi, Başkomiserim?”

“Biz önce şu Salim’le konuşalım, sonrasına bakacağım. Ben seni ararım,” deyip yürüdü. Tam odanın kapısını açacağı sıra kapı çaldı. Kapıyı açtı Pamir.

“Başkomiserim,” diye geveledi İsa, elinde şeffaf bir dosya tutuyordu. “Gencay Sorunç’un otopsi raporu.”

 Dosyayı İsa’nın elinden alıp masaya döndü. Tekrardan kalktığı yere oturdu.

 Çıkan sonuç kimseyi şaşırtmadı. Lalehan Arasın’ın raporuyla aynıydı. “Solunum Yetmezliği”. Armağan’ın da otopsi sonucunun farklı çıkacağını sanmıyordu. Gözlerinin önünde kız nefessiz kalmıştı.

  Yirmi iki yaşındaki güvenlik görevlisi Salim, işi bırakmış ve memleketine gitmişti. Sadece bu bilgi bile Pamir’i delirtmeye yeterdi. Nasıl olmuştu da, böylesine gevşek davranabilmişti!

 Dahası vardı. Salim yalan söylemişti. Bir yıldır çalışmıyordu. Altı ay önce Van’dan gelmiş, beş ay önce de işe başlamıştı. Üstelik bir ailesi yoktu. O Van’ın sokaklarında büyümüştü.

 Orman görevlisi Hikmet’in söylediğine göre, Salim, bataklıkta bulunan Pervin Geray’dan hoşlanıyordu. Ama kesinlikle Pervin’in ona karşı bir hissi yoktu. Pervin’i Hikmet’te tanıyordu. Hafta sonları bazen kızlarla geldiğini söylemişti.

 Pamir son olarak ormanın köpeği Durgun Deniz’i sordu. Hikmet başını üzüntüyle salladı. “O gitti Memur Bey,” dedi. “Pervin Hanımın ölümünden sonra gitti. Bir daha da dönmedi.”

  Arabaya biner binmez telefonunu çıkarıp İnci’yi aradı, Pamir. Salim Naim için tutuklama emri istedi.

 Telefonu kapatıp Mithat’a döndü. Direksiyon başındaki Mithat oldukça sessiz ve düşünceliydi. Pamir ona neyi olduğunu sorduğunda direksiyonu sağa doğru kırdı. Usulca frene basıp el frenini çekti. “Mezun olduğum sene sokaklardaydım,” diyerek omuz silkti. “Sokaktaki çocuklar masumlar, Başkomiserim.”

“Salim için tutuklama emri çıkarttığımdan dolayı mı söylüyorsun bunu?”

“Hayır. Salim’in Pervin’i öldürdüğünü düşünüyorsanız, haklısınızdır. Yıllardır sizinleyim ve bir gün olsun yanıldığınızı görmedim.”

“Aslında gördün.” Acıyla kıvrıldı dudağı. “Sen nerde gördün bir Başkomiserin karısını tutukladığını?”

“Bu sizin sadece yanıldığınızı göstermiyor.”

 Pamir sol kaşını kaldırarak Mithat’a bakınca, konuşmaya devam etti Mithat.

“Mesleğinize olan sadakatinizi gösteriyor. Karınız bile olsa, suçluysa acımazsınız.”

  Aklına Nergis geldi, yutkunamadı… “Konumuza dönelim,” diyerek aklındakileri savuşturdu.

“Sokakta büyüyen çocuklar… Bir dükkanın camı kırılırdı, suçlusu sokaktaki çocuk olurdu. Bir bakkal soyulurdu, yine sokak çocuğu yapmış olurdu. Bir kadının çantası çalınırdı, suçlu sokak çocuğuydu.” Omuz silkti. “Yanılıyorlardı Başkomiserim. Sokak, çocuk doğurmaz! Bu gerçeği görmeden tak diye takıyorlardı kelepçeyi.

 Bir keresinde bir bakkal soygununda, Başkomiserim beni yolladı. Kelepçeyi verdi elime… O çocuğun gözlerine baka baka takamadım, Başkomiserim. O kelepçeyi o çocuğun bileğine takamadım. Eminim siz de takamazdınız. Bakkalın sahibi zaten dövmüş çocuğu. Ağzı burnu kırılmış, görseniz nasıl ağlıyor. Onun suçu yoktu. Tamam, hırsızlık yapmış ama bir sorun neden yapmış?”

“Neden?”

 Acıyla gülümsedi. “Sormadılar ki Başkomiserim. ‘Ben tutuklamam bu çocuğu’ dedim. Beni ekipten attılar. Sonra Sedat Amirimle tanıştım.”

“Suçlu kimdi peki? Bakkal sahibi mi?”

“Onun da suçu vardı tabi. Ama esas suçlu ailedir, Başkomiserim. Sokaktaki çocukların içinde olduğu tüm suçlar ailelerinindir. Kendimi düşünüyorum da.. Ben de babasızdım, Başkomiserim. Babam ölünce annem bakamayıp bizi yurda verebilirdi, vermedi. Babasız çocuk büyütmek çok zor, Başkomiserim. Annem… Nur içinde yatsın. O başkaydı. Her kadın onun yaptığını yapamaz. Bunu herkes anlayamaz, babasız büyümeyi, bir annenin çocukları için yaptıklarını… Ben anlarım mesela.

 Ama ben de şunu anlayamam: Sokakta büyüyen çocukların yaşadıklarını, ya da yurtlarda büyüyenleri, annesinin pes ettiği, yahut ölümün her ikisini aldığı…”

 Pamir elini Mithat’ın omzuna koyarak onu susturdu ve doğruca gözlerine bakıp, “Ben anlarım,” dedi. “Onları da ben anlarım, Mithat. Haklısın: Sokak, çocuk doğurmaz! Ve sokaktaki çocuk tutuklandıysa, işlediği suç ailesinindir. Ne yurtlar, ne de sokaklar: Çocukların evi ya da ailesi değildir.”

 Mithat ne diyeceğini bilemedi. Pamir’i tanıdığı günden beri, kendini ona yakın hissediyordu. Onun da babası yoktu, bunu biliyordu. Yakınlığın sebebini babasızlık sanıyordu. Ama Başkomiserinin yurtta büyüdüğünü bilmiyordu.

 Elini Mithat’ın omzundan çekerek, vücudunu dikleştirdi. “Konumuza dönelim. Düşüncelerini söylüyordun?”

 Yutkundu Mithat. “İşte, bahsettiğim gibi sokaktaki çocukları tutukladığımız dönemlerde bir yazı okumuştum,” diyerek duraksadı. Diyeceklerini kafasında tartmaya çalışıyordu.

“Rahat ol Mithat,” dedi Pamir. “Ben hala çocuk değilim.”

 Mithat belli belirsiz gülümseyip, okuduğu yazıdan bahsetmeye başladı. “Terk edilen çocuklar ikiye ayrılırmış, ya Şeytan olurmuş ya Melek. Hani her bebek melek olarak gelir ya dünyaya. İşte, terk edilenlerin yarısı melek olarak kalırmış. Öteki yarısı da isyan eder ve Şeytan olurmuş.”

 Pamir araya girip, “Şeytan’ın Allah’a isyan etmesi gibi mi?” diye sordu.

“Evet, Başkomiserim. Sonuçta Şeytan da isyan etmeden önce bir melekti. Aynı şey.”

 Pamir sessizce düşünürken, Mithat konuşmaya devam etti.

“Şeytan ve Melek benim bildiğim hep bir çatışma halinde. Bu dosyada da ölenler Melek, öldürenler Şeytan değil mi sizce?”

“Aradığımız adamın ya da kadının da kimsesiz olduğunu mu düşünüyorsun?”

“Salim’in Pervin’i öldürdüğünü düşündüğünüz kadar, evet, asıl aradığımız katilin de kimsesiz olduğunu düşünüyorum.”

“Pervin’i melek olarak ele alırsak, ki anlatılanlara göre hakikaten öyleymiş; bu durumda katili olan Salim, bir şeytan oluyor.”

“Her ölenin katili farklı, öyle değil mi Başkomiserim?”

“Evet, hepsinin katili farklı ama tüm katilleri birbirine bağlayan biri var. Esas aradığımız O.”

“Söylemek istediğim şey bu. O da kimsesiz, ya da şöyle söyleyeyim: Terk edilmiş.”

“Bunu en baştan beri ben de düşünüyorum. Bu dosyada kesinlikle gerçek bir aile yok. Ölenlerde de, öldürenlerde de.”

“Tıpkı Melek ve Şeytan’da olduğu gibi.”

 Güldü Pamir. “Evet Mithat, tıpkı Melek ve Şeytan gibi.” 

Peki ya Pamir? Hangisiydi? Melek mi Şeytan mı? O da terk edilmişti. Annesi onu terk etmişti.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: