BÖLÜM 6
Sokak kapısının açıldığını duyduğunda henüz uyumamıştı Fulya. Sabah olmak üzereydi ve Pamir anca gelmişti. Akşam üstü hissettiği huzursuzluğu yeniden hissedince gözlerini kapattı. Soru sormamak, dahası Pamir’in vereceği cevabı duymamak için uyuyormuş gibi yaptı. Sonuçta İsa arayıp, Başkomiserin incelemesi gereken dosyalar olduğu için gece geç geleceğini söylemişti. Gece demişti…
Duşa girdi Pamir. Soğuk suyun, kocasının tenine çarptığını duyabiliyordu. Yavaşça doğruldu. Saçlarını geriye itip başını ellerinin arasına aldı. Gözlerini, banyo kapısının altından sızan ışığa dikti. Ansızın evliliklerinin ilk ayı canlandı…
Bulaşık makinesi arızalanmıştı. Fulya, leğene sıcak su doldurmuş, bulaşıkları elinde yıkıyordu. Bir süre onu seyretmişti Pamir ve kıyamamış, gülümseyerek karısının yanına gelmişti. Elindeki bulaşık süngerini alıp, kenara kaydırmıştı Fulya’yı. Gayri ihtiyari elini suya sokmuş, yüzü anında kızarmıştı. Ama ne ellerini çekebilmiş, ne sesini çıkarabilmişti. Fulya kocasının bakışlarından anlamıştı bir terslik olduğunu. Birkaç saniye tepki beklemişti Pamir’den. Tepki gelmeyince çekmişti ellerini leğenin içinden. Çeşmenin altına tutup, soğuk suyu açmıştı. Pamir yavaşça gözkapaklarını birbirine bastırana kadar kapatmamıştı suyu.
O günün gecesinde, yatakta sıkıca sarıldı Pamir Fulya’ya. Olay hakkında o ana kadar ikisi de sessiz kalmıştı. Pamir, “Neden bilmiyorum, sıcak sudan ürküyorum,” diye itiraf etti. Soru sormadı Fulya, başını kaldırıp yanağından öptü.
Evet, O kaba saba, sert adam; O, herkesi bir bakışıyla muma çeviren Başkomiser, sıcak sudan korkuyordu.
Pamir, soğuk suya karışan gözyaşlarının arasında, geçmişten sürüklenen sesler duydu. Kulaklarını kapattı. Duymayı, dahası hatırlamayı istemiyordu.
“Kıpırdama diyorum sana!”
“Ama anne yanıyorum, vallahi çok sıcak!”
“Sıcak olsa ben de yanardım Pamir, sayende sırılsıklam oldum!”
“Ama yıkanan benim, ne olur sanki biraz soğuk açsan.”
“Yalan söylemek çok günah, ağzını yakacağım senin!”
“Vücudumu yakıyorsun ya! – Ah, ah, yandım anam, valla yandım!”
“Susacak mısın, yoksa suyu kaynatayım mı?”
“Tamam tamam vallahi billahi bir daha bir şeycik demeyeceğim.”
Bulmuştu. İhsan haklıydı. Buzluktaki kadın, Peri adında bir hayat kadınıydı. Onu yirmi yıl öncesinin dosyasında bulmuştu. Yirmi yıl önce bir baskında tutuklanmış, birkaç ay sonra salınmıştı. O günden sonra bir daha ya yakalanmamıştı ya da akıllanıp kendini kurtarmıştı. Onu tanıması zamanını aldı. Listedeki her kadına uzun uzun bakması gerekti. Buzluktaki kadın olduğunu, alnından bildi. İki fotoğrafta da sol gözünün üstünde bir dikiş izi vardı. Eğer aradan yirmi yıl geçmese, iki farklı kadın olduklarını düşünürdü. Kızıl saçları, mavi gözleri, hırçın bakışları vardı Peri’nin. Fotoğrafı gördüğünde beyninin uyuştuğunu hissetti. Sol gözünün üstünde dikiş izi vardı ama bu kadın, buzluktaki kadına benzemiyordu. Sonra daha dikkatli inceledi. Dikiş izinin yanı sıra: İkisinin de incecik fiziği, beyaz teni vardı. Tüm bilgiler bu kadardı. Bildiği başka bir şey yoktu. Yirmi yıl önce Peri, çalıştığı genel evin baskına uğramasıyla yakalanmıştı. Sabıka kaydında yazan bundan ibaretti.
Yirmi yıl önceki baskının daha detaylı bilgilerini istedi, Pamir. “Sabaha masanızda hazır ederiz, Başkomiserim,” demeleri üstüne çıktı emniyetten. Evine geldi.
Şimdi, soğuk suya karışan gözyaşları tokat misali çarpıyordu, geçmişin korkunç seslerini. Her şey yeni başlıyordu, farkındaydı. Unutmaya zorladığı geçmişi, geri dönmüştü.
CELLAT
Birkaç sokak ötedeki, yarım kalan inşaata girdi. Geceyi orda geçirdi. Uzaklaşmaktansa, yakında olmayı tercih etti. Uzun bir süre bilinçsizce, üstüne başına bulaşan kana baktı. İğreniyordu.
Karanlık kalkarken gecenin üstünden, yaptıkları hatırına düştü. Çocuğun seslerini duydu. Oysa ölmüştü ama yanındaymışçasına onu duyuyordu. Onu öldürmeyi istememişti. Ama çocuk, önce çırpınmayı, sonra nefes almayı bırakmıştı. Çocuğu, O öldürmemişti ki, çocuk kendi ölmüştü.
Banyodaki adam geldi gözünün önüne. Yutkunamadı. Gözleri doldu. Böylesine bir vahşeti gerçekleştiren biri ağlayabilir miydi? Ya buzlukta, ölüme hapsettiği kadın… Bir hiç uğruna ölmüştü. Ama o kadını da, Cellat öldürmemişti. Üstelik ona kan bulaşsın dahi istememişti. Başka nerede kan bulaşmayacaktı ki? Mecburdu buzluğa koymaya. Hem özür dileyip, saçını okşamıştı, buzluğu kapatırken. Verdiği ilacın etkisinden dolayı uyuyordu kadın, gözleri açık olup, son kez gözbebeğine bakmak istememişti Cellat.
Ya banyodaki adam, Aykut!
Kurumuş kan lekeleri olan ellerini, saçının arasından geçirdi. Var gücüyle çığlık attı. Kimsenin onu duymayacağını biliyordu. Doğarken ağladığını işiten olmamıştı. Hak etmişlerdi, onlar ölümü hak etmişti. Çığlığı yankılanıp kulaklarında patlayınca, çekti ellerini, gözyaşlarını hırsla attı yüzünden. “Hak etmişlerdi!” diye bağırdı ve yeniden hissizleşti. Nasıl ki, öldürmeye başladığında soğuktuysa, şimdi de öyleydi.
“Yeni doğan bir bebeğin ağlayışına kulağını kapatabiliyorsan, küçük bir çocuğa tokat atıp dövebiliyorsan, onu herkesin içinde aşağılayabiliyorsan, gençliğin en deli dolu çağını ona zindan edebiliyorsan, geceleri uykudan korkuyla uyanmasına sebepsen, gündüzleri gözleri kan çanağı dolaşmasına nedensen, aldığı her nefesi başına kakıyorsan; Sen ölmeyi hak ediyorsun!” demişti, ellerini kana bulamadan biraz evvel.