Bu sabah gazetede okuduğum bu yazı beni çok etkiledi. Hislerime tercüman oldu adeta. Yazıları kopyalayıp yapıştırmayı pek sevmem ama, bunun gibi süzgeçten süzülen yazıları aktarmayı kendime borç biliyorum..
” Belçika’nın kuzeyinde, Brüksel’den karayoluyla birbuçuk saat uzakta küçük bir şehir Bruges. Minyatür bir şehir desem daha doğru. Kendimi Andersen Masalları kitabının içine düşmüş sandım.
Burası Belçika’nın, Fransızca konuşana iyi gözle bakılmayan Flaman bölgesinde bir şehir. İngilizce yahut başka bir dil konuşursanız tamam, ama zinhar Fransızca konuşmayın!
Bruges çağın dışında kalmış bir şehir. Gürültüsüz, telâşsız… Motorlu vasıtalar olsa da herkes arabasını bir tarafa park edip ya yürüyor, ya faytona biniyor, ya teknelere.
Şehrin üzerine düşen belki de tek madenî ses saat başı kiliselerden duyulan çan sesleri. Yıllardır Hıristiyan bir ülkede yaşamama rağmen çan sesi pek az duymuşumdur ben. Zira Amerika’daki çoğunluk mezhebini teşkil eden Protestanların kiliselerinde saat başı çan âdeti yoktur. O yüzden Avrupa şehirlerindeki çan sesleri bana -her ne kadar Batı ülkeleri arasında en dindarının ABD olduğu söylense de- Hristiyanlığın Eski Dünya coğrafyasında doğup yeşerdiğini hatırlatır.
Şehrin birkaç meydanı var. O meydanlara açılan kesme taş döşeli, dar, uzun sokaklar… Sonra kanallar… Sonra kahveler, çikolatacılar, dantelciler… Bruges bunlardan ibaret.
Venedik’i hatırlatan kanallarında gondolla değil ama motorlu teknelerle geziliyor. Kanalların iki yanında ortaçağdan kalma, pencerelerinden çocukluğumda okuduğum masalların kahramanları görünüverecek sandığım birer ikişer katlı evler, kiliseler, manastırlar sıralı. Sonra küçük küçük, kemerli taş köprüler, küçük parklar, suyun üzerinde kuğular… Bir oyuncak ülke. Manzarayı bozan, kirleten hiçbir şey yok.
Birden… Kanal boyunca gezintimize devam ederken…. Sıralı evlerden birinin cephesinde tanıdık birşey! Daire şeklinde bir plaka. Kırmızı… Üzerinde ay yıldız! Bu benim bayrağım! Ve bir yazı: Türkiye Cumhuriyeti Fahrî Başkonsolosluğu… Gözlerime inanamadım. Teknemiz suyun yüzünde kayıp giderken gözümü ay yıldızlı plakadan alamadım. Ortaçağdan kalma bu masal şehirde bize ait birşey bulmuştum!
Fakat bir şehir bu kadar mı iyi korunabilir? Bu kadar titizlikle, bu kadar sadakatle? Tarihî doku bu kadar nasıl bozulmadan ayakta tutuldu?
Tarihe bu saygı karşısında şaşakaldım. Ve kıskandım. Vazgeçtim bir bütün şehri korumaktan… Kurnaları, kitabeleri kırık, yalaklarına çöp torbaları, boş bira şişeleri atılmış asırlık çeşmelerimiz aklıma geldi. Ahşabın oya gibi işlendiği eski bir istasyon binasına, yahut tarihî bir camiye, mescide şuursuzca, cahilce, hoyratça yamanmış ondulin benzeri bir saçak, bir kaplama aklıma geldi. Camları kırık, tahtaları kararmış, beli bükülmüş, etrafında yükselen apartmanların arasında yakılacağı günü bekleyen konaklar aklıma geldi. Eski eserlerimizi ya kendi hallerine terkediyoruz, onlar da yıkılıp yakılıp yokulup gidiyor. Yahut “bakım” adına el attığımızda o kadar cahilce, görgüsüzce davranıyoruz ki asıl eserin estetiğiyle en ufak bir alâkası olmayan, garip bir yama, ucube bir tadilât ortaya çıkıyor.
Tarihe karşı kadirşinas bir millet -maalesef- değiliz.
İstanbul’un semtlerinde trafoların üzerine oturtulmuş eski Türk evi üslubunda maket evler gördüm. Trafoların sevimsiz görüntüleri örtülmüş böylece. Hoş… İyi olmuş. Ama yetmiyor. Şehirlerin güzelliği trafolara ev giydirmekle ya da sağa sola inek heykelleri koymakla sağlanmıyor. ”
Ayşe G. Tunceroğlu
Bu yazı 10.12.2007 tarihli Türkiye Gazetesinden alınmıştır.
Resim: The Bridgeman Art Library