CİNAYET TOHUMU / Bölüm 17

cinayet tohumu

BÖLÜM 17

  Altıncı maktul bir çocuktu.

 Ambulans, Orhan arabayı park ederken gelmişti.

 Görevli Polis elinde silahıyla Pamir’e yaklaştı. “Ormanda bizden başka kimse yok, Başkomiserim. İyice baktım, temiz,” dedikten sonra yolu göstererek öne geçti. Ambulans görevlileri de sedyeyle birlikte takip etti. Koşar adım Begüm ve Başar’ın yanına vardılar. Onlar yerde hareketsizce oturuyordu. Ortalarında cansız yatan küçük çocuk vardı. 

“Neler oldu?” diye sordu Pamir.

 Ambulans görevlilerini gördüğü gibi fırladı Begüm, “Gecenin bu saatinde neden bu kadar geç kaldınız!” diye haykırdı. “O öldü! Öldü tamam mı! Sizin geç kalmanız yüzünden öldü!”

 Beceriksizce ayağa kalktı Başar, “Begüm tamam,” diye geveleyip, kolunu Begüm’ün beline sardı.

“Eğer erken gelseydiniz, belki yaşıyor olacaktı!”

“Begüm diyorum!” ayaklarını yerden kesip, ambulans görevlilerinden uzaklaştırdı Begüm’ü.

“Bırak beni Başar!”

 Ortama sessizlik hakimdi. Tek çığlık, Begüm’ün yüreğinden fırlayan acı ve korkudan ibaretti.

 Başar’ın gözü Begüm’ün eline takıldı, morarmaya başlamıştı. Ambulans görevlilerin taşıdığı sedyeye döndü. “Çocuk öldü,” gözüyle Begüm’ün elini işaret etti. “Ama onu kurtarabilirsiniz,” dedi.

 Tüm bakışlar Begüm’ün elinde toplanınca ilk tepki İnci’den geldi. “Ne oldu!” diye bağırdı.

“Lale dalını çocuğun bileğinden çıkarmaya çalıştı.”

 Gözleri irileşti Pamir’in, “Ah Begüm! Ah be kızım!” der demez sedyeye baktı. “Hemen! Hemen onu alıp götürüyorsunuz!” diye gürledi.

“Hayır!” diye çıkıştı Begüm. “Burada kalacağım.”

“Olay bitti! Üç saniye sonra seni burada görmek istemiyorum!” Pamir’in sesindeki kesin emirle, Başar yere indirdi Begüm’ü.

 Başını önüne eğip yürümeye başladı Begüm. “Sedye istemez,” deyip önünden geçti sedyenin.

“İnci,” dedi Pamir. “Onunla git.”

 Önde Begüm, arkasında ambulans görevlileri ve İnci gözden kaybolunca Pamir, Başar’a döndü, “Her şeyi bilmek istiyorum.”

“Olay oldukça karışık, Başkomiserim.”

  Begüm ambulansa binerken Mithat ve İsa geldi. “Neler oluyor?” diye sordu Mithat, şaşkın bir vaziyette.

“Hemen gidersen ayrıntıları öğrenirsin,” dedi İnci, ormanın içini göstererek.

“Her şey yolunda mı?”

 Başını hayır anlamında iki yanına salladı İnci ve oyalanmadan ambulansa bindi.

  Ambulans vaktinde bile gelse, kurtarılamazdı altıncı maktul. Son kelimeleri neye işaretti bilinmez amma ambulans gelse dahi ölecekti. Ölüm, bu kez onun için gelmişti.

 Görünen o ki, Begüm uzun süre atlatamayacaktı gördüklerini. Eli alçıya alınmıştı. Kemikleri zedelenmiş, zehir ona da bulaşmıştı. Doktor, devrinin bittiğine inandığı tabun maddesiyle karşılaşınca şaşkına dönmüştü. Belki de Begüm’ün hayatta olması inanılacak şey değildi. Belki de şans artık yüzünü Begüm’e dönmüştü.

 Güneş doğduğunda, olay yeri inceleme ekibi çoktan işine başlamıştı.

 Başar, altıncı maktulün ölüm anını anlatınca, ölüme benzer ürkütücü bir sessizlik çöktü ormana. Olay yeri inceleme ekibi gelene dek korundu sukut.

 Çocuğun üstünden kimlik çıkmadı fakat boynunda bir ip vardı. İlk incelemeyi yapan Mücahit, ipi asıldığında, Pamir anında yanında bitti.

 İpi dikkatle çıkardı Mücahit. İpin ucundan yuvarlak başlı, üstünde “Kale” yazan sokak kapısı anahtarı sallandı.

“Belki de çocuk kimsesiz değildir,” diye mırıldandı Mithat.

 Pamir, “Olabilir. Arcan ve Tulü da değildi,” derken gözleri önce Mithat’la, sonra Mücahit’le buluştu. “Anahtarı delil poşetine koyup bana ver.” Orhan’a döndü. “Biz de etrafa bakınalım, çocuğunu arayan birileri var mı.” Gerekirse, yanındaki anahtarla civar evlerin tüm kapılarını deneyecekti Pamir.

“Başkomiserim,” dedi Başar, boğazını temizleyerek. “Diyorum ki, çocuğun fotoğrafını telefonlarımıza çeksek, böylece etrafa fotoğrafını göstererek sorsak, daha mı iyi olur?”

 Böylece her biri çocuğun, uykuda gibi duran suratının fotoğrafını çekti.

 Maktulün yanında, inceleme ekibinin başında İsa kaldı. Pamir yürüyerek, ötekiler kullandıkları arabalarla, dörde ayrıldı. Yeni günle birlikte, dükkanlar yavaş yavaş açılmaya başlamıştı.

  Neredeyse iki saati elleri boş geçirdiler. Nihayet bir buçuk saatin sonunda uzun boylu, kaslı ve gri eşofmanlı genç bir adam, hayretle Pamir’in elindeki telefonun ekranına baktıktan sonra yutkundu. “Işık..” diye geveledi. Pamir’in gözlerine bakıp bir kez daha yutkundu. “Işıkhan,” dedi. “Tanıyorum onu…” Adamın yeşil gözleri olduğundan iki kat büyümüş, pürüzsüz yüzüne yerleşen gerginlik sokağın sonundan bile görülebilecek kadar yayılmıştı. “O,” dedi, titrek bir sesle. “Benim öğrencim.”

“Öğretmen misiniz?”

 Ağırlaşan başını evet şeklinde salladı. “Beden eğitimi öğretmeniyim, zaten okula gidiyordum.”

“Sizinle biraz konuşmamız mümkün mü?”

“Tabii, konuşalım. Ailesi şuan deliye dönüyordur,” bir anlığına durakladı. “Ailesinin haberi yok, öyle değil mi?”

“Onu birkaç saat önce ormanda bulduk,” diyebildi Pamir.

 Omuzları düştü öğretmenin. “Sizi onun evine götürmemi ister misiniz?”

“Çok memnun olurum, uzak mı?”

 Başını hayır anlamında iki yana salladı. “Fazla değil,” arka solda kalan caddeyi işaret etti. “Villalar bölgesinde.”

“Önden buyurun.”

 Adam öne geçip yürümeye başladı. “O öldürülmüş mü?” diye sordu.

“Henüz bilmiyoruz.”

“O sadece on yaşındaydı,” diyerek iç geçirdi.

“Nasıl bir çocuktu, Işıkhan?”

 Hiç düşünmeden, “Sessiz,” dedi. “Çok sessiz ve uysal bir çocuktu.”

“Siz bir tek beden eğitimi dersine mi giriyorsunuz?”

“Evet, Kağışdağı Kolejinin öğretmeniyim.”

“Bu arada isminiz neydi?”

“Ata,” dedi adam, yeniden yürümeye başlayarak.

 Birkaç adımı sessizlik içinde attıktan sonra, “Siz de ailesinin cep numarası var mı?” diye sordu Pamir.

“Ah,” diyerek elini alnına vurdu Ata. “Akıl edemedim, tabii var,” pantolonun arka cebine attı elini. Hızlı hareket ederek çıkardı telefonu. “Hangimizin konuşması daha doğru olur?”

 Pamir de cep telefonunu çıkarttı. “Siz bana numarayı verin.”

  Işıkhan’ın babası Timur Bey telefona cevap vermemiş, annesi Seda Hanım da ağlamaktan konuşamamıştı. Pamir, kadının evine Orhan’ı yollayıp, yanında Ata’yla ormana geri döndü. Orhan, Seda Hanımı alıp ormana getirecekti, oğlunu son kez görsün ve onu teşhis etsin diye. Seda Hanımın ağlayarak söylediğine göre, Timur Bey iş için şehir dışındaydı. Ata’da sık sık Timur’un evde olmadığını Işıkhan’dan duyduğunu dile getirdi.

 Timur Bey, dede mesleği olan limon işini büyütmüş, yurt dışına bile limon ve limon kabuğundan elde ettiği sabun ve kokulu taşları tahsil ediyordu. Çok sayıda fabrikası vardı, çalışkan bir adamdı. Olduğu yerde durmadan, şehir şehir, ülke ülke dolaşıp ürünlerini tanıtıyor; yeni fabrikalar kuruyordu. Işıkhan, tüm bu zenginliğin tek varisiydi. Bunları Pamir’e, orman yolunda Ata anlatmıştı. Öğrencisini son kez görmek isteyip ormana geldi. Cesedin başında konuşamadan, yay gibi gerilip kaldı. Yüzüne yerleşen hüzün, öğretmenlik mesleğinin kutsallığını kanıtlar cinstendi.

 Çok geçmeden ufak tefek, cılız bir kadın koşarak cesedin yanına geldi. Hemen arkasında Orhan vardı. Çocuğun cansız bedenini görür görmez, arkasında duran Orhan’ın kollarına yığılıverdi.

   Belki de her anne, kötü değildi…

  Bir anneyle ilgilenmek Pamir için oldukça güç hale gelmişti. Seda Hanımı, Mithat ve Başar’a bırakıp; Tulü Ray’ın sözüm ona babası Alptekin Gündoğan’ın Şili’deki malikanesini ziyarete gitti. Alptekin Bey işini evinden yönetiyordu.

 Kapıyı on sekiz yaşlarındaki hizmetçi kız açmıştı. Pamir kendini tanıtmak yerine, kızın çekingen bakışlarını süzdü. Kız beline bağlı beyaz önlüğünü parmakları arasında buruşturarak Pamir’e baktı, “Buyurun?” dedi, sesi, az sonra kopacak tel kadar inceydi.

“Kaç yaşındasın sen?” diye sordu Pamir, kaşları çatık, duruşu dikti.

 Hafifçe titredi kız, önlüğünü daha çok sıktı. “Kimsiniz?” sorusunda sesi kayboldu.

 Deri ceketinin iç cebinden rozetini çıkardı. “Başkomiser Pamir Dinçer,” rozeti avucunun içine alıp keskin bakışlarını, kızın donmuş suratına dikti. “Şimdi söyle, kaç yaşındasın?”

 Kız neredeyse ağlayacaktı. Pamir’in, “Bu soruyu bir dahakine gözaltında sorarım!” demesiyle, kızın “On yedi!” diye haykırması bir oldu.

 Yavaşça başını salladı Pamir. “Nerede patronun?”

“Alptekin Bey,” boğazında koca bir taş varmışçasına yutkundu. “Uyuyorlar.”

“O halde uyandır. Acil görüşmem gerekiyor.”

 Kız titreyerek geri çekildi, arkasında kalan merdivenleri işaret etti. “Siz solanda bekleyin,” dedikten sonra Pamir’i içeri alıp kapıyı kapattı. Malikanenin kapısı, yukarı kata ve aşağı kata inen merdivenlere açılıyordu. Kapının solunda mutfak kapısı vardı. Salon aşağı kattaydı. Ağır adımlarla aşağıya inen merdiven basamaklarına yürüdü Pamir. Kız ise oldukça gergin bir şekilde yukarı kata tırmandı.

 Aşağı katın tamamı tek odaydı. Duvarla bölünmüş olan tek yer lavaboydu. Krem renginin hakim olduğu kat, ferah ve bir o kadarda gösterişliydi. Basamakların bitimi, katın duvarsız, boydan boya camla kaplı tarafına çıkıyor ve malikanenin bahçesine açılıyordu. İlk baharda ne de güzeldi bahçe. Birkaç hafta içinde tamamı açmış olacak çiçeklerle kaplıydı. En az malikane kadar geniş ve büyüktü. Sol tarafta iki büyük ağaç, arasında tahta bir hamak vardı. Sağ tarafta büyük bir masa, altı tane de sandalye duruyordu. Bahçenin orta kısmını oyun alanı kaplamıştı. Bahçenin en dip ucunda köpek kulübesi duruyordu.

 Katın, bahçenin masa tarafına bakan kısmında açık kahve tonunda bir oturma grubu vardı. Sağdaki tüm duvarı televizyon kaplamıştı. Ağaçlara bakan kısımda ise oyma ağaçtan yapılma, her rafı kitaplarla dolu bir kütüphane ve önünde birkaç tekli koltuk vardı. Koltuklara yürümek yerine, kütüphanenin önüne gitti Pamir. Ansiklopediler, eğitim kitapları ve klasikler ağırlıklı olmakla birlikte her çeşit romanın olduğu geniş bir kütüphaneydi. Eğitim kitaplarının arasında bir kitap çekti dikkatini, kitabın kalın kapağında yazan parlak sarı yazı kalbinin sıkışmasına neden olmuştu. Sebebini bilmeden kitaba çekildiğini hissetti. Parmakları kontrol dışı parlak yazıda gezindi. “TAM İLMİHAL” yazıyordu. H harfine dokunduğu sıra başı döndü, beynindeki damarların çığlığını duydu. Bir anda beyni, geri dönüşümden bir anı çıkarttı ve gözlerinin önüne fırlattı.

Bu kez, ilk önce mis gibi bir koku yayıldı burnuma. Derler ya, cennet kokusu diye. Öyle güzel bir koku. Görüntüden önce, kokuyu duydum. Gözlerim yine geride kaldı. Kulağım dahi sonradan işitti. Kokunun ardından yavaşça kapandı kapı. Bakışlarım ilk kez gördüğü bir yere hayretle bakakaldı. Evet, yine Çocukluğum. Yine Küçük Pamir.

 Burası bir cami. Işıl ışıl parlıyor avizesi. Sağ kenarda birkaç oğlan çocuğu; dizleri üstüne oturmuş, ellerini dizlerine koymuş. Önlerindeki tahtada duran deftere ve kitaba bakıyor her biri. Rahle deniyor bu tahtaya. Çocukluğum bilmiyor adını ama Koca Başkomiser biliyor, tabi.

 Hemen sol yanımdan, içimi okşayan bir ses işitiyorum, “Hadi Pamir,” diyor.

 Başımı kaldırıp bakınca o adamı görüyorum. Çocukluğum biliyor yanında kimin olduğunu ama ben, Başkomiser olan ben, ikinci kez görüyorum onu. O, Birgül teyzenin kocası, Çocukluğumun annesine yardım eden Adam.

 Kirpiklerim birbirini okşuyor, tebessüm yüzüme yayılırken. Elini uzatıyor adam, tereddüt etmeden tutuyor Çocukluğum. Neredeyse sevinç nidaları atarak yürüyor Küçük Pamir. Diğer çocukların olduğu yere gidiyoruz.

 Adam beni göstererek, “Bu küçük adam Pamir,” diyor. “Yeni arkadaşınız.”

 Hepsi, Çocukluğuma “hoş geldin” deyip adını söylüyor. “Mehmet” , “Ragıp” , “Haydar” , “Fikri” hatta birde “Tom”. Tom’un babası Müslüman, annesi değilmiş. Adına annesi, dinine babası karar vermiş. Tom’la ilgili bu ayrıntıları nerden hatırladım bilmiyorum.

“En küçükleri olmana rağmen, hemen arayı kapatacağını biliyorum,” diyerek kapalı bir rahleyi açtı Adam ve işaret etti, hemencecik oturdu Çocukluğum.

Oğlanların tam karşısına, bacaklarını altına toplayarak oturdu.

Ansızın sesler boğuklaştı, işitmemeye başladım; ardından görüntü hızlandı, göremiyorum.

 Birden sessizlik oldu. Her şey dondu.

 Çocukluğum caminin bir rafının önünde ıslık çaldı. Oğlanların biri, “Hişt!” diye uyardı. Fakat Adam, kızmak yerine gülümseyerek geldi.

“Ne oldu Pamir?” diye sordu.

“Bu,” dedi Çocukluğum, baktığı yeşil kapaklı kitabı işaret ederek. “Ne kadar büyük!” büyük… Henüz okula gitmeyen Çocukluğum ne bilsin kalın kapaklı kitapları?

Başını gülümseyerek salladı Adam. Konuşmasına fırsat vermeden devam etti Çocukluğum.

“Onu okuyabilir miyim?”

Oğlanlar, Çocukluğuma bakıp hep bir ağızdan gülüştüler: “Sen daha okula bile gitmiyorsun! Onu biz bile okuyacak kıvama gelmedik. Sen mi okuyacaksın!” demeye başladılar.

Anında bakışları yere indi Çocukluğumun.

 Adam, oğlanlara sert bir bakış atıp elini Çocukluğumun omzuna koydu.

“Rica etsem, bize kitabın adını okuyabilir misin, Küçük Adam?”

Yavaşça başını salladı Küçük Pamir. Bakışları kitabın kalın kapağında yazan, parlak yazıda yoğunlaştı. “Ta.. m.. Tam,” derin bir nefes aldı. “İl.. mi.. ha.. l.. hal..” yutkundu. “İlmihal,” deyip gözlerini kırpıştırdı. “Se.. ad.. et..” Alnında küçük bir su birikintisi oluşuyordu, kafasını kaşıdı. Boyundan büyük bir yazıydı ama pes etmedi. “Sead.. et..” iç çekti. “Seadet,” dedikten sonra gözlerini kıstı, gördüğü şey nasıl okunurdu bilmiyordu. Saadet yazısının sonunda çizgi ( –  ) ve çizginin ardında i vardı.

 Gördüğü gibi okumaya karar verdi. “Çizgi i,” dedi ama tüm oğlanlar kahkahalarını, tükürükleriyle beraber saçtı. Adam, bu kez onlara kalın kaşlarını çatarak bakmıştı. Anında muma döndüler.

“Devam et Küçük Adam.”

“Eb.. ed.. iy.. ye..” yutkundu Çocukluğum, nasıl birleştireceği konusunda tereddüde düştü. İçinden birkaç kere farklı şekilde birleştirdi. En sonunda doğruyu bulduğunu düşünerek sesli okudu. “Ebe.. diy.. ye..” yutkundu ve bir çırpıda birleştirdi. “Ebediyye!”

“Şimdi hepsini birleştirebilir misin?”

Başını evet anlamında salladı Çocukluğum. “Tam İlmihal Seadet Çizgi İ Ebeddiyye,” dediğinde, oğlanlar sessizce kıkırdadı. Fakat Adam onlara aldırış etmeden, parmağını çizginin üstüne koydu.

“Evet, bu bir çizgidir Pamir ama çizgi diye okunmaz. İ harfini ayırmak için buraya konmuş. Tekrardan çizgi demeden okur musun?”

“Tam İlmihal Seadet i Ebediyye.”

Gülümsedi Adam ve raftaki kitabı çıkarıp Çocukluğuma uzattı.

“Onu hak ettin Küçük Adam, artık bu büyük kitap senin.”

Hayatında ilk defa hediye almışçasına sevindi Çocukluğum. Kim bilir, belki hakikaten de ilk hediyesiydi onun. Utanmasa havaya zıplayacak; Adamın ellerini, yanaklarını, öpebildiği her yerini öpecekti.

Tam kitabı elleri arasında tuttu Çocukluğum, kalın ve görgüsüz bir ses tarafından irkildi Başkomiser.

“Sabah sabah neden rahatsız edildiğimi sorabilir miyim?” Alptekin Bey pijamalarını çıkarmış ve kıyafetlerini giymiş vaziyette Pamir’in arkasında dikiliyordu.

 Ağır bir adımla döndü arkasına Pamir, baştan ayağa süzdü Alptekin’i. Siyah gür saçları ve pala bıyığıyla olduğundan çok daha genç görünüyordu. Geniş suratındaki ceviz büyüklüğündeki burnu kızarmış, uykusu bölündüğü için siyah gözleri kısılmıştı. İri bir adam değildi, Pamir’in karşısında çocuk gibi kalmıştı. Fakat paranın heybeti midir nedir, komik görünmüyordu.

“Başkomiser Pamir Dinçer,” diye geveledi, prosedür gereği. “Sizi, sabah sabah dün bulduğumuz ceset hakkında rahatsız ediyorum. Kusura bakmayın. Ben de sabahın bu saatinde burada olduğum için mutlu sayılmam. Fakat maktulün en son sizinle görüştüğüne dair bir takım şüphelerimiz var.”

“Anlamadım? Ölen kim?”

 Sol kaşını havaya kaldırdı Pamir, yüzündeki soğuk ifadeyle gözlerini kıstı. “Kızınız,” dedi, kendinden oldukça emin bir şekilde. “Tulü Ray!” dediğinde, Alptekin’in kısık gözleri yuvalarından çıkarcasına fırladı.

“Orda durun Pamir Bey! Benim sadece bir kızım var,” işaret parmağını yukarıya kaldırdı. “O da şuan yatağında uyuyor.”

“Tulü Ray’ı tanıdığınızı reddetmiyorsunuz?”

“Tulü Ray,” diye tekrar etti Alptekin, yanağını sıvazladı ve gösteriş niyetine, düşünür gibi yaptı. “Sanırım bahsettiğiniz kişi bir süredir kızım olduğunu iddia eden öğretmen bayan?”

 Sakince başını sallamakla yetindi Başkomiser.

“Bakın Pamir Bey, her gün onun gibi kaç insanla uğraşıyorum, haberiniz var mı sizin? Saygın bir iş adamıyım, param uğruna çocuğummuş gibi çıkıp geliyorlar kapıma. Benim sadece dört çocuğum var.”

 Pamir bir kez daha olumlu anlamda salladı başını. “Ben de böyle düşündüğüm için geldim size. Adınız lekeleniyor, Alptekin Bey. Tulü öldü ve onu tanıyanlar, onun sizin çocuğunuz olduğuna, hatta onu istemeyip, ondan kurtulmak için sizin öldürdüğünüze inanıyorlar. Tüm bunlar, saygın iş adamı,” tam burayı üstüne basarak vurgulamıştı. “Kimliğinizi zedeleyecektir. Ben size atılan bu çirkin iftiradan, sizi kurtarmak için buradayım.”

“Nasıl kurtaracakmışsınız beni?”

“Sizden DNA örneğinizi rica ederek,” deyip gülümsedi.

“Bu nasıl bir hakaret!” diye karşı çıktı Alptekin.

“Yerinde bir hareket,” dedi, yüzündeki gülümseme ve sesindeki toklukla.

“Elinizde bunu talep edecek bir evrak var mı? Yok!”

“Almam sadece birkaç saatlik iş. Ama izin belgesini aldığımda basın duyacaktır. Basın duyarsa neler olur siz benden daha iyi bilirsiniz.”

 Yutkundu Alptekin, sıkışmıştı. Kaçacak ufacık bir delik dahi kalmamıştı.

“Tulü benim çocuğum olsa, onu neden reddedeyim? Zaten dört çocuğa bakıyorum. Koca kadına mı bakamayacağım.”

“Mesela,” dedi Pamir. “Tulü doğduğunda on altı yaşında olduğunuzdan dolayı olabilir mi?”

 Alptekin’in yüzünün rengi anında attı ama onayladı. “Evet! İşte bu, O doğduğunda ben çocuktum! O yaşta baba olmam imkansız, öyle değil mi? DNA’ya gerek dahi yok!”

“Alptekin Bey, on altı yaşında girdiğiniz günah beni zerre kadar alakadar etmez. Ama basını, özellikle de karınızı fazlasıyla alakadar edecektir. Ya DNA için örnek verin, dosyayı ve tüm gözleri sizden çekelim. Ya da gerçeği itiraf edin, size yardımcı olalım. Karar sizin.”

 Alptekin’in gözlerine yerleşen telaş, parmak uçlarına varana dek yayıldı. Bir süre iki adam birbirine baktı. Sessizlik fazla uzun sürmedi. Kütüphanenin önündeki tekli koltuklardan birini işaret etti Alptekin, “Oturun,” deyip merdivene göz attı.

 Tekli koltuğa, rahatsız edici bir şekilde yerleşti Pamir ve dikti gözlerini Alptekin’e. O da karşısına oturdu, bacaklarını aralayıp öne doğru eğildi.

“Çok gençtim,” diye başladı sözlerine. Derin bir iç çekti. “Genç, cahil ve sarhoştum…” Bakışları, Pamir’in donuk yüzüyle buluşunca, suçluymuşçasına yere kaydı. “Fatma,” dudaklarının andığı bu isim, iliklerine dek titretti onu. “Tulü’nun annesi. Çalışanımızdı. Yani O..” Geçmişe hızla iniş yaptı Alptekin. “Hizmetçimizdi. Küçüktü ama olgun görünüyordu. Geldiği ilk günden beri deli ediyordu beni. Ben de o zamanlar ergenlik çağının deliliğe vurduğu zamanlarımı yaşıyorum..” Yavaşça kaldırdı bakışlarını, gayri ihtiyari salladı başını. “Anlayacağınız klasik bir hikaye; evin zengin, şımarık oğlu ve yoksul hizmetçi kızı. Ama hayır, biz birbirimize aşık değildik. Biz diye bir şey yoktu.” Gözleri yeniden eğildi yere. “On altı yaşına girdiğim gün, ailem şehir dışındaydı. Koca malikane bana kalmıştı. Büyük bir parti verdim. Su gibi gitti içkiler. Gidenlerin yanı sıra, sızıp kalanlar oldu gecenin sonunda. Ama ben.. Gecenin sonunu, tüm gece bize hizmet eden hizmetçi kızın, Fatma’nın odasında getirdim. Kapısını açar açmaz korkudan ödü patladı. Onu korkuttuğumu görünce kendime hakim olamadım.” Susup yutkundu, bakışlarını kaldırıp bakamadı, unutmak istercesine yumdu.

“Daha fazla devam etmenize gerek yok, ben anlayacağımı anladım.”

“Sarhoştum..” diye geveledi Alptekin. “O..” iç çekti. “O, ertesi gün istifasını verip gitti. Bir daha ne adı anıldı, ne de aklıma hamile kalacağı geldi. Ta ki Tulü, tıpkı annesine benzeyen gözleriyle karşıma gelene dek.” 

 Aldırış etmedi Pamir, “Şuan evinde çalışan kıza da bir şey yaptın mı?” diye sordu.

“Hayır! Bu ne münasebet!”

“Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de O’dur.”  Ansızın ayak parmaklarının ucuna ılık bir su değdi. Yedi yaşını hayal meyal hatırlıyordu. O nasıl bir çocuktu?

“Fatma gittiği gün, yaptığımın farkına vardım. Bir daha hiçbir kadına dokunamadım. Karımı seviyorum ve ona bile korkarak yanaşıyorum.”

 Başını salladı Pamir. Kollarını göğsünde kavuşturup, Alptekin’in suçlarını yüzüne vuruşunu izledi.

“Tulü’yu madem tanıdın, neden reddettin?”

“İtibarım için. Onun benim kızım olduğu ortaya çıkarsa hem karımı, hem işimi, hem de itibarımı kaybederim.”

“Sen insanlığını on altı yaşında kaybetmişsin. Bunlar sana koymamalı.”

“O nasıl öldü?”

“Tulü’yu tanıyanlar, onu senin öldürdüğünü düşünüyorlar.”

“Saçma! Bir baba çocuğunu öldürmez!”

“Sen onun babası değilsin. O senin insanlığın. Senin yıllar önce, Fatma’nın rahmine gönderdiğin insanlığın.”

“O nasıl ölmüş, lütfen beni bu gerçekten alıkoyma.”

“Sen onu kızın olarak görseydin bu bilgiyi hak ederdin.” Bir anda ayaklandı Pamir. “Daha fazla burada durmamın bir anlamı yok.”

“Lütfen, gerekirse sana yalvarırım. Kızım nasıl ölmüş?”

“İyi günler, Alptekin Bey,” deyip önünden geçti Pamir, merdivene doğru.

“İlmihal,” dedi Alptekin.

 Aniden durdu Pamir, yavaşça döndü yüzünü ve devam etti Alptekin, raftaki kitaba doğrulurken. “Aşağıya indiğimde ona bakıyordun,” çıkardı raftan, Pamir’e uzattı.

“Size ait hiçbir şeyi istemiyorum.”

“Benim değil. İhtiyarın teki vermişti, okumadım bile.”

“O halde okuyun, belki insanlığı öğrenebilirsiniz,” diyerek önüne döndü.

 Elinde kitapla kalakaldı Alptekin. “Karımdan dört çocuğum oldu fakat biri bile sağlıklı değil,” diye çırpındı bu kez. “Ben Fatma’ya yaptıklarımı, çocuklarımla ödüyorum. Beni ya da hatalarımı iyi göstermek gibi bir niyetim yok. Ben sana sadece bir baba olarak yalvarıyorum.”

 Merdivenin ilk basamağında durdu Pamir. Baba… Çok yabancıydı bu kelimeye. Anlamını dahi bilmiyordu. Gözünün ucuyla Alptekin’e baktı, “Yakında yine görüşeceğiz,” diyerek ayağını ilk basamağa koydu.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: