Otuz Bir Yıl Önce…
“Seninle derdi ne?”
“O herkese karşı böyle.”
“Derdi neymiş öyleyse?”
“Yaşamak.”
“Yaşamak istemiyor muymuş?”
“Galiba istemiyormuş.” Küçük omuzlarını silkti. “Adın ne?”
“Pamir, ya senin?”
“Erdem.”
Küçük elini, Erdem’in omzuna koydu Pamir. “Bundan sonra seni koruyacağım.”
“Başını belaya sokmamalısın.”
“Önemi yok.” Kaşlarını çattı ve Erdem’in kulağına eğilip fısıldadı. “Peki neden yaşamak istemiyormuş?”
“O tehlikeli biri, Pamir. Doğduğu günden beri burada olduğunu söylüyorlar. Ama kendisi bu konuda tek laf etmez. O sadece bağırır ve döver. Hiç dostu yoktur. Zaten kimseyle konuşmaz. Ona baktığını görürse, ‘neden bakıyorsun?’ diyerek döver.
Bir gece tuvalette ağladığını duymuştum. Yaşamak istemediğini, hiç doğmamış olmak istediğini fısıldıyordu. Onu dinlediğimi sanıp beni döver diye korktuğumdan, yatağıma döndüm. Sabah olana kadar gelmedi yatağa. Ara ara gidip dinledim. Hep ağladı, hep…”
“Adı ne?”
“Pusat.”
“Kim koymuş adını? Doğduğu günden beri buradaymış ya? Bebekken gelenlerin adını kim koyuyor?”
Boynunu büktü Erdem. “Ben de bebekken gelmişim. Benim adımı, beni bulan yaşlı kadın koymuş. Ama o adını kendi koydu.”
“Bebekken nasıl isim koyabilmiş ki kendine?”
“Buradaki büyük abilerin söylediğine göre, Pusat’ı kapıya bırakmışlar. Üstünde iki kağıt varmış. Biri zarfın içindeymiş, ‘buradan çıktığında o zarfı verirler ona’ diyorlar. ‘Herhalde ailesi hakkında bilgiler var içinde’ diye konuşuyorlar.” Omuz silkti. “Kim bilir ne vardır içinde.”
“Öteki kağıt?”
“Onda da bir not yazılıymış. ‘Adı onu, O adını seçsin’ gibi bir şey. Bu yüzden ona bebekken ‘bebek’ denmiş. Aklı başına gelmeye başladıktan sonra da ‘adını seç’ demiş Cevat Baba.”
“Neden Pusat seçti?”
“Savaşçı demekmiş, bizi her dövdüğünde ‘adımın gereğini yapıyorum’ der. Savaşıyormuş bizimle. Düşman da değiliz ama.. Kendisi öyle görüyor demek. Diyorum ya sana, tehlikeli o.”
“Değişik biriymiş hakkatten!”
“Hişt! Geliyor. İnşallah bizi duymamıştır.”
“Korkma, ben varım.”
“Siz benim hakkımda mı konuşuyorsunuz!”
“Yok Pusat Abi, olur mu hiç öyle şey…”
“Ezik gibi cevap vermesene Erdem! Evet konuşuyoruz, nolmuş?”
“Sana benim kim olduğumu söylemedi galiba?”
“Sen de buradaki herkes gibisin, terk edilmişsin işte! Hiçbir farkımız yok. Ne dayılanıryorsun!”
“İlk günden dayak yemek mi istiyorsun?”
“Sen mi döveceksin, hadi gel de döv!”
Geldi ve koca bir gümbürtü koptu. O günden sonra iki düşman oldular. Hele birde, bir hafta sonra Pusat, Pamir’in damarına basınca; öldüresiye dövdü Pamir, onu. “Annen bile katlanamamış sana! Ee, fıstık gibi hatun! Gördüm seni getirdiğinde, öyle bir parçanın bir oğlana değil, kocaman bir adama ihtiyacı olur!” dediği için.
Şimdi…
“Seni nasıl unuturum Pusat?” diyerek güldü Pamir. “Geceleri tuvaletten gelen hıçkırıkların bile hala kulaklarımda. Ben seni unutsam, yüreğim unutmaz!”
“Ya! Bu yüzden mi şifrelerimi çözemedin!”
“İşi büyütmüşsün. Artık dayak yeterli gelmiyor demek ki, öldürmeye başladığına göre!”
Kahkahasını patlattı Pusat. Güldü, uzunca güldü. Sonra birden sustu ve ciddileşti. “Öldürmeye başlasaydım, şuan cehennemde olurdun!”
“Benim de şaşırdığım şey bu: Neden ilk benden başlamadın? Böylece ayağına bağ olmazdım.”
“Sen değil ayağıma bağ, kafama taktığım sorun bile olamazsın.”
“Birazdan sorun falan kalmayacak.”
Sırıttı Pusat, dostça görünen hain bir sırıtıştı. Elini Pamir’in sırtına vurup: “Ben de seni çok özlemişim Eski Dostum!” diye bağırdı. Bu ana dek sessizce konuşmuşlardı. Çocukların hiçbiri duymamıştı. “Neden kardeşlerime merhaba demiyorsun.”
“Endişen olmasın, merhabadan fazlasını diyeceğim.” Tiksintiyle Pusat’ın elini itti ve çocuklara doğru yürüdü. Hepsinin yüzüne tek tek baktı. Biri hariç hepsi onu Pusat’ın dostu olarak görüyordu. Yalnızca biri neler olduğunu biliyormuşçasına gözlerini kaçırıyordu. Ona baktı Pamir, tam karşısında dikildi, kollarını göğsünde kavuşturdu ve başını iki yana salladı. “Nasılsın Asım?” cevap vermedi çocuk. “İyi görünüyorsun.”
“Kardeşlerimle tanışıyor musun, Pamir?” diyerek geldi Pusat.
“Siz söyleyin çocuklar, tanıyor musunuz beni?” diye sordu Pamir.
Orhan, Mithat ve Başar da gelip; Pamir’in yanında durdular.
“Küçük bir hatırlatma yapayım, yalan söylediğiniz adamım ben: Pamir Dinçer, şu Başkomiser olan. Öyle değil mi, Bahar?”
“Hey hey hey! Dostum! Burası emniyet değil, ben de bunu hatırlatırım,” dedi Pusat.
“Burasının neresi olduğu anlatın haydi, sizi can kulağıyla dinleyeceğiz.”
Pusat bu durumdan öyle memnundu ki, sevinçle atılıp, “Bekleyin de sizin için sandalye getireyim,” diye haykırdı.
“Gerek yok,” diyerek çıkıştı Başar. “Burada kalıcı değiliz.”
“Ateş almaya mı geldiniz?”
“Seni almaya geldik,” dedi Orhan.
“Bir çayımı içmeden şuradan şuraya gidemezsiniz.”
“Çayını içersek de gidemeyiz,” diyerek güldü Mithat. “Zehir falan koyarsın sen, bir daha oturduğumuz yerden kalkamayız.”
Kahkaha attı Pusat. “Seni şakacı! Ya hu Pamir, ekibinde aynı senin gibi, pek komik! Bir gece programı beraber yapalım, çok güleriz.”
Tek kaşını kaldırıp, Pusat’a baktı, Pamir. Yakasına yapışmamak için kendini zor tutuyordu. Onu yok saymaya karar verdi. Ellerini masaya koyup, Asım’a doğru eğildi. Önce Asım’a, sonra Bahar’a, Bilal’e, Kestane’ye, Öykü’ye ve onun yanındaki küçük kıza baktı. “Senin adını bilmiyorum. Adın ne?” diye sordu.
Şirin’di kızın adı. Sekiz yaşındaydı. Pamir de otuz sekiz yaşında olduğunu belirtti ve tekrar hepsinin gözüne baktı. Karşısındakilerin çocuk olduğunu kendine hatırlatarak sesini kontrol etti, neler olduğunu anlatmalarını istedi.
“Burası ‘Lale Cennetinin Girişi’,” dedi Öykü.
Öyleyse cennet neredeydi? Bunu sorunca Pamir, “Önce bilet alman gerek,” diye cevapladı Öykü.
Lale Cennetinin bileti elbette ki Lale’ydi.
Bu sefer kollarını göğsünde kavuşturup izleyen Pusat’tı. Yüzündeki sırıtışı bozmadan, gururla izliyordu.
Bileti aldıktan sonra ne yapması gerektiğini sordu Pamir. Gerçi cevabı biliyordu. Lale dalını bileğine dolamalıydı. Peki, dalı dolayınca ulaşabilecek miydi cennete?
“Hemen değil,” diye atıldı Şirin. “Önce uyuman gerek.”
Uyuyacak ve bir daha uyanmayacaktı, öyle mi? Hayır, uyanacaktı.
“Ama Lale Cennetinde uyanacaksın,” dedi Öykü. “Bu pis dünyadan gitmiş olacaksın. Tıpkı Gencay gibi.”
Pamir, Öykü’nün masum gözlerine baktı. Ona şimdi Gencay’ın nerede olduğunu sordu, cennete miydi? Lale Dalı Cennetinde?
Evet, cenneteydi. Öykü’yü bekliyordu. Pusat abisi söz vermişti, onu Gencay’ın yanına yollayacaktı. “Bu dünyada aşkımızı yaşayamazmışız, yaşımızdan dolayı olmazmış, Gencay söylemişti bunu.”
Pamir’in amacı Öykü’yü üzmek değildi ama beyinleri zehirlenmiş bu çocukların elbette üzüleceklerini biliyordu. “Ya Pusat abinin söylediği gibi olmazsa?” diye sordu. “Gittiğinde onu bulamazsan?”
Güldü Öykü. “Saçmalama! Tabi ki de bulacağım. Hem bugün Zekai Abinin mektubunu okuduk. O önce Pervin Ablayı yolladı, bugün de kendi gitti. Kavuşmuşlar bile!” derken sevinçten gözleri parladı.
Pamir, “Şu mektubu ben de okuyabilir miyim?” diyerek Pusat’a döndü.
“Mektupları okuduğumuz gibi yakıyoruz. Çoktan küle döndü.”
Başını sallayıp çocuklara baktı. “Demek, orayla burası arasında mektupla bağ kurulabiliyor. Peki, lalelerin renkleri bir şey ifade ediyor mu?”
“Etmez olur mu! Neden Lale Cennetine gittiğini sol bileğine taktığın lale söylüyor. Sağ bileğindekiyse anahtar, onsuz giremezsin.”
“Ben Lale Cennetine gitmek istesem, ne renk lale takmam gerekiyor?”
“Bu pis dünyadan neden vazgeçiyorsan, onu anlatan rengi takacaksın.”
Pamir hepsinin hikayesini dinlemek istiyordu. Hepsini bilmeyi.. Kestane’ye döndü. Onun hikayesini sordu. Çocuk başta tereddüt ederek Pusat’a baktı. Pusat gözleriyle onay verince anlatmaya başladı.
Kestane, en başta Lalehan’dan nefret etmişti. Onun kocası babasını öldürmüştü! Peki o ne yapmıştı? Kestane’ye kendi evini açmıştı. O kadar çok yardım etmişti ki… Kestane büyüdükçe, ondan nefret ettiği için kendine kızmıştı. Sonrasında Pusat’ı tanımış ve kendine olan öfkesinden kurtulması için yardım istemişti. Lalehan’a kimsenin veremeyeceği bir hediye vermek istemişti. Üstelik ona olan sevgisi öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, onu kendi çocuklarından dahi kıskanıyordu. “Yalnız benim annem olsun istiyordum…” deyince Kestane, Pamir hikayenin gerisini anladı.
“Çay isteyen?” diye sordu Pusat. “Sohbet iyice koyulaşıyor. En iyisi çay koyayım.”
“Koy Pusat,” dedi Pamir. “Koy ama biz içmeyelim.”
“Ya hu o kadar korkmayın. Lale Cennetine çayla gidilmiyor,” deyince Pusat, Asım hariç tüm çocuklar kıkırdadı.
Pamir istifini bozmadan Bahar’a yöneldi. En büyükleri oydu. Nasıl inanmıştı bu yalana? İnanmamıştı elbet, inanmak istemişti. Bahar ve Pusat, Tulü’yu babasının gazabından kurtarmıştı. Bahar, laleleri Tulü’ya verirken, onu mutlu etmesi için bileğine dolamasını rica etmişti. Peki neden kahverengiydi?
“En sevdiği renkti ve babasını unutması için özüne dönmesi gerekiyordu. Toprak bizim özümüzdür ve bizler lalelerin tohumlarıyız.”
“Bu söz tam olarak ne demek? Sen, ben, Tulü.. Hepimiz tohumdan mı yaratıldık?”
“Hayır. Topraktan yaratıldık. Ama Lale Cennetine tohum olarak gidiyoruz. Bu dünyada, laleler bizi koruyor. Cennete geçerken lalenin tohumu oluyoruz ve Lale Cennetinde mutlu mesut yaşadıktan sonra, dünyadaki kıyamet kopunca, topraktan lale olarak doğacağız.”
“Anladııım! Siz ölümsüzlüğü bulmuşsunuz! Vay canına!” gözünün ucuyla ters ters Pusat’a baktı. Tekrar Bahar’a dönüp, onları neden Alptekin’e gönderdiğini sordu. Bu sorunun da cevabını biliyordu. Alptekin suçluydu, bir tecavüz suçlusuydu.
Lale Cenneti, ama ne cennet! Cehennemin orta yerine düşmüştü Pamir. Kendi gibi çocukların ortasında, canavarlaşan bir adamla.
“Bilal,” derken yine iç çekti Pamir. “Uysal’ın seni dövdüğünü, ondan nefret ettiğini anlatmıştın. Peki böyle güzel bir gezegene neden onu gönderdin?”
Acıyla güldü Bilal. “Çünkü O benim öz babam.”
Sıcaktan terliyordu Pamir, fakat terlerken üşüyordu.
Bilal’in hikayesi, belki de bu masadaki en hüzünlü hikayeydi.
“O, anneme tecavüz etmiş. Ben annem ölene kadar onunla yaşadım. Tecavüz çocuğu olduğumu, annemin cenazesinde öğrendim. Kötü bir hamilelik geçirmiş. Doğurma demişler ama bana kıyamamış. Benim için elinden geldiğince yaşadı annem. Bir baba yokluğunu hissettirmedi. Annem ölünce bana bakacak kimse çıkmadı ortaya. Yurda verileceğimi duydum. Onun çalıştığı yurdu buldum, oraya gitmek istediğimi belirttim.
Dayak olayı doğru ama dövülen ben değildim. O’ydu. Her gün dövüyordum onu, her gün işkence ediyordum. Ama içimdeki acı dinmiyordu. Anneme yaptıklarını düşündükçe… Sonra..
Bir gece ona çok daha kötü şeyler yapacakken, beni Pusat Abi durdurdu. ‘Yapma’ diyen O’ydu. Bana ikinci bir yol gösterdi. Lale Cennetinde onu yapayalnız bırakmayı aklıma soktu. Şimdi rahatım, benden ve kadınlardan uzakta.”
“Sen onun yanına gitmeyecek misin?”
“Gitmeyeceğim. Ben bu dünyada vaktim gelince ölecek ve annemin yanına gideceğim.”
Bilal, Bahar gibi bile değildi. Lale Cennetine inanmıyordu. İnanmayı da istemiyordu. On beş yaşındaydı. O adamın ölmesi gerekiyordu ve böyle bir yalanın arkasına gizlenerek öldürmüş olmak Bilal’e huzur veriyordu. Pamir’in merak ettiği şey, lalenin neden pembe renkte olduğuydu.
“Şefkati öğrenmesi lazımdı,” diye açıkladı Bilal. “Pembe lale şefkatin, anlayışın, sadakatin lalesidir.”
Tüyleri diken diken olmuştu ekibin. Pamir, Asım’a bakıp iç çekti. Onun hikayesini dinlemek istemiyordu. O sırada Mithat, “Başkomiserim,” diyerek, Pamir’in omzuna dokundu ve kulağına eğilip, “Bir bebek sesi duyduğuma yemin edebilirim,” diye fısıldadı.
“Nerede olduğunu bulabilir misin?”
“Biraz daha sesini duyabilirsem bulurum.”
“Dikkat et,” deyip Mithat’tan uzaklaştı. “Sen anlatma Asım,” diyerek başını iki yana salladı.
“Neden ki?” diye sordu Şirin. “Sara, Lale Cennetinde çok mutlu. Bir abi olarak, kardeşini mutlu olduğu yere yolladı. Ne varmış bunda?”
“Haklısın, öyleyse sen anl..” derken Mithat yeniden omzuna dokundu. Hızla ona baktı.
“Ben biraz gezebilir miyim, Lalelerin arasında? Çok güzel görünüyorlar.”
“Buranın sahibine sor, Mithat. Pusat izin verirse gezebilirsin.”
“Tabi ki gezebilirsin,” dedi Pusat.
Mithat masanın yanından geçip, Şirin’in arkasında kalan lalelere doğru yürümeye başladı. Şirin, Asım’ın tam yanında oturuyordu.
Pamir Şirin’le olan konuşmasına geri döndü. “Sende yurtta mı kalıyorsun?” diye sordu. Elbette yurtta kalıyordu. Öyleyse laleyi kime vermişti?
Kimseye vermediğini söyleyince, “Sen, Işıkhan gibi kendin mi geçeceksin?” diye sordu Pamir.
“Işıkhan’ı tanıyor musun?”
“Tanıyorum. Sizler de tanıyorsunuz, öyle değil mi?”
“Evet, O da burada oturuyordu. Biz aylardır beraberiz.”
“Başka kimler vardı bu masada?”
“Zekai Abi ve Armağan Abla. Onlar hayallerine kavuştu. Sevdiklerini yollayıp, arkalarından gittiler.”
“Işıkhan tek gitti ama?”
“Evet, O sahte bir hayat yaşamak istemedi. Bizim gitmemizi bekleyecekmiş. Orada hep beraber olacağız.”
İçi şişmişti Pamir’in. Keşke şimdi Pusat’ı öldürme şansı olsaydı. Hiç düşünmeden elleriyle boğardı onu.
“Bizim bir aileye ihtiyacımız vardı,” dedi Şirin. “Pusat Abimiz de bize o aileyi verdi.”
Pamir yüzüne yerleştirdiği alaylı ifadeyle Pusat’a dönüp alkışladı. “Ne büyük adammışsın Pusat!”
“İltifatın için teşekkürler,” diye böbürleniyordu Pusat. Ta ki…
Pamir, “Sevdiğin kadını da sen mi yolluyorsun Lale Cennetine? Sıradaki kişi Ahsena mı?” diye sorana dek. Yüzü soldu ve dişlerini sıktı Pusat. “Bak, ben de bir şeyler biliyorum. Ne zaman geçecek? Yarın mı? Bugün Zekai geçtiğine göre yarın Ahsena geçecektir. Sen de tez vakitte nişanlının yanına git emi?”
“Önce Lale Cennetini tohumlarıyla dolduralım, sonra bana da vakit gelir elbet.”
Güldü Pamir. “Bu çocukları anlarım, öteki çocukları da.. Ama Armağan ve Zekai’yi nasıl kandırdın, hayretler içindeyim! Azmin taktire şayan!”
“Başkomiserim!” diye bağırdı Mithat. Fazla uzakta değildi.
Başını kaldırıp baktı Pamir.
“Tam tahmin ettiğim gibi, bebek burada!” deyince, Şirin fırlayıverdi oturduğu yerden. “Sakın ona dokunma!” diye haykırdı Mithat’a. “Duydun mu! Sakın!”
Mithat bebeğe neden dokunmayacaktı? Kimdi o bebek? Ne yapıyordu lalelerin içinde? Pamir bu soruları ona yönetince, öfkeyle Pamir’e baktı Şirin. “Kardeşim o benim! Lale Cennetine gidecek!”
“Mithat!” diye seslendi Pamir. Bu sırada Orhan’a Şirin’i tutmasını işaret etti. “Bebeği al ve getir.”
“Hayır!” diyerek lalelerin içine dalacaktı ki küçük kız, Orhan tuttuğu gibi kucakladı onu. “Bırak beni! Kardeşimin mutluluğunu bozamayacaksınız!”
Mithat yerdeki bebeğe baktı. “Başkomiserim, gelip görseniz iyi olur.”
“Pusat Abi, bir şey yapsana…”
Mithat telefonunu çıkarıp dışarıda bekleyenlerden İsa’yı aradı. “Buraya acil ambulans gönder! Çok acil!” deyip kapattı.
“Korkma Şirin,” dedi Pusat. “Pamir ve kardeşleri, kardeşine bir şey yapamaz. Bilet çoktan içine işledi.”
Beyaz lalelerin çoğunlukta olduğu kümenin içindeydi bebek. Tıpkı Sara gibi. Tek farkı hayatta ve ağlıyor oluşuydu. Yüzü morarmış, sesi kısılmıştı. Minicik bileklerinde, açmamış beyaz lalenin dalı dolanıktı. Parmaklarına kan ulaşamıyordu.
“Çocukların psikolojik destek alması gerekiyor. Onları buradan üniformalılar çıkaramaz. Sen bebekle kal, ambulans gelene kadar yerinden kımıldatmayalım,” dedikten sonra hışımla masaya döndü Pamir. Şirin hala Orhan’ın kucağındaydı. Ellerini Şirin’in kalktığı tarafa, Asım’ın yanına, masaya vurarak, eğildi. “Sizler masallara kanacak yaşta değilsiniz!” diye haykırdı. “Sizler, o yurtlara girdiğiniz an büyüdünüz! Büyümek zorundaydınız, böyle heriflerin oyunlarına gelmeyin diye!
Ben de sizin gibiyim. Annem elimden tuttu ve yurda getirdi. Ona ‘gitme’ bile demedim. Çünkü yurdun kapısından içeri ayağımı attığım an büyümüştüm! Çocukluk edip, annemin eteğine yapışamazdım. ‘Beni bırakma’ diye ağlayamazdım. Yaşam, benim için artık tek başına olmaktı. Kimseye inanmadan, masal dinlemeden…
Peki siz? Nasıl oldu da çocuk kaldınız? Bu adama nasıl inandınız? Konuş Bilal, eşek kadar olmuşsun! Senin yaşındaki, şımarık zengin çocukları bile inanmaz böyle bir masala. Sen nasıl inandın oğlum?
Ben senin inandığına inanmıyorum, Bilal. O adamı zaten öldürmeyi kafana koymuştun, bu masalın arkasına sığınıyorsun. Gayet tabi öldüğünü biliyorsun! Senin yerin bundan sonra ıslah evi.
Ben nefes aldığım sürece siz ya da başka çocuklar, Lale Cenneti adı altındaki cinayete kurban gitmeyeceksiniz!
Sen söyle Bahar? Koca kazık olmuşsun, yurda da bırakılmamışsın; nasıl bu kadar kör olabildin?” Doğruldu ve hızla ellerini yeniden masaya vurdu. “Sizi kullanmış, anlamıyor musunuz! Sizin tertemiz kalbinizi kullanmış! Deneyini yapabilmek için, sizin sevdikleriniz onun kobayı olmuş!
Asım! Seninle sonra baş başa konuşacağız!” Kalktı ve Pusat’ın üstüne yürüdü. “Senin şerefsiz olduğunu, yedi yaşındayken de biliyordum. Şimdi yeniden gördüm. Midemi bulandırıyorsun Pusat Ilgaz! Hadi deneyini kimsesizleri kandırıp yaptın. Onların arkasını arayacak kimse yoktu, bu çocuklara kelepçe de vurulmaz.. Doğru seçim! Anlayamadığım şey, kendi kız kardeşine nasıl kıydın?” Gözleri irileşti. “Biliyordun, Ahsena sana değil, sen ona gitmiştin. Nasıl başardın bilmiyorum ama en başından beri Ahsena’nın kız kardeşin olduğunu biliyordun. Ona nasıl kıydın? O seni ailesini, itibarını ve hayatını hiçe sayacak kadar çok severken; sen nasıl bu kadar cani olabildin?”
“Benim tohumum zehirli. Kalbim yok. Onu ne kardeş olarak, ne sevgili olarak sevdim. Kullandım onu, çünkü başka türlü burayı var edemezdim. İçimdeki gerçek olan tek şey zehir.” Çocuklara bakıp kahkaha attı. “Ben anlatırsam inanmayacaktın. Bu yüzden çocuklardan duymalıydın. Seni ve ekibini, çocukları dinleyin diye bu kadar uğraştırdım. Ben kimseyi öldürmedim, Pamir Başkomiser.” Önce laleleri, sonra da çocukları gösterdi. “Onlar öldürdü!”
Bu andan itibaren, her şeyin olup bitmesi bir dakika sürdü. Pamir, Pusat’ın yakasına yapıştı ve ona kafa attı. Pusat yere yığılırken, ambulans geldi. Sağlık ekipleri ve Mithat, bebeği götürdü. Dışarıda büyük ekip aracı bekliyordu. Orhan ve Başar’ın önderliğinde, çocuklar araca bindirildi. Hepsinin psikolojik desteğe ihtiyacı vardı. Ne yazık ki haklarında işlem yapıldıktan sonra, polis gözetiminde bir kliniğe yerleşeceklerdi.
Pamir, Pusat’ı yerden kaldırdı, bir daha vurdu. Sonra bir daha kaldırdı ve bir daha vurdu.
“Eski günleri özlemişsindir Pusat. Ama bu sefer Erdem ya da annem için değil, bu sefer tüm çocuklar için,” dedi ve bir daha vurdu.