BÖLÜM 4
Pamir, emniyete girdiğinde doğruca Başar’ın yanına gidip katliamın dosyasını istedi. Başar dosyayı vermeden önce bir süre duraklayıp, bir şeyler gevelediyse de, Başkomiserinin sert ifadesi cümlesini yarıda kesti. Dosya eksikti ve Pamir eksik bilgiden nefret ederdi. Başar bu ayrıntıyı söyleyemeden Pamir dosyayı alıp odasına girmişti. Ve birazdan eksik bilgiyi görecek, Başar’a patlayacaktı. Başar olası sonunu iç çekerek beklemeye başladı.
Pamir dosyayı masasına koyup, sandalyesine oturduğu sıra, esrar nöbeti geçiriyormuşçasına titriyordu. Dosyanın üstünde, “ASLANOĞLU AİLESİNİN CİNAYET DOSYASI” yazıyordu.
İlk sayfada küvette öldürülen adamın fotoğrafı vardı.
“AYKUT ASLANOĞLU: Ev sahibi. 60 yaşında. Emekli okul müdürü.”
Hızla öteki sayfaya geçti. Yatak odasındaki kadınla karşılaştı.
“BADE TÜTÜN: Aykut’un kızı. 35 yaşında. Evli, ev hanımı.”
Hemen karşısında, yataktaki çocuk vardı.
“TİMUR TÜTÜN: Bade ve Rıfat’ın oğlu. 7 yaşında.”
Arka sayfaya geçti. Salonun camı önünde yatan, başı ezilmiş adamın fotoğrafı vardı.
“RIFAT TÜTÜN: Bade’nin kocası. Aykut’un damadı. 39 yaşında. Tekel bayisi var.”
Yine aynı odada bulunan, tekerlekli sandalyedeki yaşlı adam ve yanındaki kadının olduğu sayfayı açtı.
“RIZA ASLANOĞLU: Aykut’un ağabeyi. 64 yaşında. On yıl önce geçirdiği trafik kazasında belden aşağısı felç oldu. Üç tane kasap dükkanı var.”
“CAHİDE ASLANOĞLU: Rıza’nın eşi. 62 yaşında. Ev hanımı.”
Kalbi masaya ulaşıncaya dek attı. Son iki sayfa kalmıştı. Sokak kapısının arkasındaki genç adama baktı.
“OKTAY ASLANOĞLU: Aykut’un oğlu. 28 yaşında. Askerden yeni geldi.”
Derin bir nefes almaya çalıştı, beceremedi. Az daha boğulacaktı. Gözleri kızardı ve son sayfaya geçti. Fakat aniden gözleri kısıldı. Buzluktaki kadının, olay yerinde çekilmiş fotoğrafının dışında hiçbir şey yoktu. Açıklama yazmıyordu. Pamir’in gözleri, kadının ölü suratında daldı. Kalbi dururcasına çırpındı. Eğer hemen ayağa kalkıp, dosyayı kapatmazsa sonu gelecekti. Neyse ki, tam da o an kapı çaldı. Dosyayı gürültüyle kapattı ve “Gel!” diye gürledi.
“Adli tıpa gidiyorum,” diyerek kapı aralığından başını uzattı Orhan. “Amirim, senin de gelmeni söyledi.”
Başını sallayarak ayağa kalktı Pamir. Belindeki silahı düzeltip, Orhan’ı peşi sıra takip etti. Emniyetten çıkana kadar konuşmadılar.
“Neye bakacağız adli tıpta?”
“Dün gece Rumeli kavağında bir ceset bulunmuş. Olay yeri cinayet olduğunu düşünmüyor. Bu yüzden gece bize yönlendirmemişler.”
“Ama?” dedi Pamir, tek kaşını kaldırıp Orhan’a bakarak.
“Aması şu ki, olay yerinde çekilen fotoğrafta, Sedat Amirin gözüne ufak bir ayrıntı takılmış.” Arabaya bindiler, Orhan şoför koltuğuna geçip konuşmaya devam etti. “Ölen bir adam, gecenin bir yarısı Rumeli kavağındaki ormanda, bir balıkçı ve yanındaki oğlu tarafından bulunuyor. Üstünden kimlik çıkmıyor ama oğlan adamı tanıyor. Adam, yetiştirme yurdunda temizlik görevlisi olarak çalışıyormuş. Üstelik kimsesi de yok. Yurdun biraz ilerisinde küçük bir bodrum katında kalıyormuş.”
“Balıkçının oğlu nereden tanımış?”
“Çocuk on üç yaşında. Söylediğine göre, sınıfında o yurtta kalan bir arkadaşı varmış. Bir keresinde sınıfça yurda gitmişler. O zaman görmüş.”
“Yurtta kalan çocukla konuşmuşlar mı?”
“Hayır, çünkü bil bakalım otopsi sonucu ne çıkmış?”
“Kalp krizi?”
“Aynen öyle. Sedat Amir, olay yerinde çekilen fotoğrafa bakıyor ve hemen adli tıbbı arayıp adamın cesedini orda tutmalarını söylüyor. Sonra da beni çağırıp, seni de alarak gitmemi söyledi.” Pamir’in yüz ifadesini görmek için ona baktı. “Ayrıntıyı senin bulmanı istedi,” deyip, bakışlarını Pamir de tuttu.
Pamir’se gözlerini yola dikmişti. Kımıldamadı. Bir şey söylemedi. Sadece Orhan görmeden yumruğunu sıktı. Ne göreceğini zaten biliyordu.
“Uysal Uçkan, 52 yaşında, temizlik görevlisi,” diyerek başladı açıklamaya, otopsiyi yapan Uzman Doktor Eray. “Cinayet gibi görünmüyor. Yurt müdürü, kalp hastası olduğunu söyledi. Bize getirilmeden saatler evvel geçirdiği kalp krizi nedeniyle..”
Pamir elini havaya kaldırarak susturdu Eray’ı ve sessizce incelemeye başladı cesedi. Uzaktan bakıldığında, ölü olmasının haricinde görülen bir kusuru yoktu. Daha yakından bakmak için yaklaştı.
Orhan cesedi incelemek yerine, Pamir’in gözlemini seyretmeyi tercih etti.
Orhan’ın sade bir hayatı olmuştu, tek hareketlilik işindeydi. Mütevazı bir ailesi vardı. Annesi ve babasıyla yaşıyordu. Onlara derinden büyük bir sevgiyle bağlıydı. Yalnız bir sorun vardı: Kendisinden on yaş küçük kardeşi Oylum dahi evlenip anne olmuştu ama Orhan’ın bir kız arkadaşı bile yoktu. Her gece eve geldiğinde annesinin ilk dediği laf, “Bugün bir kız buldum,” oluyordu. Her gün annesi ona birini bulur, Orhan’sa sadece güler geçerdi. 35 yaşına gelmişti, böyle giderse bekar ölecekti. Aşkın ona uğrayacağına inanmıyordu. Bunca insan ölürken, sevmenin anlamsız olduğunu düşünüyordu. Annesini, kız kardeşini ve iki yaşındaki yeğeni Minik’i sevmeyi; hiç tanımadığı bir kadını sevmeye tercih ediyordu. Kalbindeki tüm kadın sevgisi, üçü arasında bölüştürülmüştü. İki günde bir Oylum’un evine uğrayıp yeğenini görmeden edemiyordu. Çocuklara sonsuz sevgi besliyordu ama yine de evleneceği kadının bir gün ölecek oluşunun ardına saklanıyordu. Zaten ölümüne katlanamayacağı üç kadın vardı hayatında, bir dördüncüye ne gerek vardı?
Beyaz tenli, siyah gözlüydü Orhan. İnce ve uzun bacakları vardı. Aslında Pamir’den uzundu ama yan yana durduklarında fark edilmiyordu. Omuzları fazla geniş değildi, en azından Pamir’in omzu kadar. Sivri bir suratı vardı, küçük gözleri, yayvan bir dudağı. Takım elbisesiz, kravatsız gezmedi. Bu da Pamir’in en sinir olduğu şeydi. Pamir rahat giyinirdi. Orhan resmiydi, ses tonu bile netti. Ya siyah, ya beyazdı onun bakışı, griyi tanımazdı. Sırf ölecek diye evlenmemesi de bu yüzdendi. Evlilik griydi.
Birden durdu Pamir, adamın bileğine doğru eğildi. Gözlerini kısıp incelemeye başladı. Adamın iki bileği de mor halkalarla çevriliydi. Görmeyi beklediği ayrıntı tam olarak buydu. Doğrularak, “Laleleri ne yaptınız?” diye sordu Eray’a.
Eray şaşkınca Pamir’e bakıp kaldı. Bir an için ne diyeceğini bilemedi. Çünkü ona söylenen, maktulün çiçekleri çok sevdiği ve bu yüzden üstünde daima çiçek bulundurduğuydu. Evet, başta Eray da adamın bileklerindeki dallara anlam verememişti ama zaten ölünün parmak izinden başka ize rastlamamış ve onları atmıştı. Tabi atmadan önce bildirmişti de. Fakat şimdi karşısındaki ürkütücü adamın sorusuyla gerilmişti. Pamir’e durumu izah etmeye çalıştığında ise Başkomiserin hiddeti onu korkutuvermişti.
Pamir adli tıbbı terk etmeden önce oraya kasırgasını bırakmıştı. Az sonra koca bina yok olacakmışçasına sarsılmıştı adeta.
Orhan’ı beklemeden emniyetin yolunu tuttu. Çok geçmeden Orhan arabayla, Pamir’in yanına yanaşıp, “Arabaya bin, konuşmak istiyorum,” diye seslendi, açtığı camdan dışarı. Cevap vermedi Pamir, yürümeye devam etti. O kadar öfkeliydi ki, aklına sabahki dosyanın eksik olduğu geldi. Orhan’a dönüp, “Emniyete git ve Başar’a gözüme gözükmemesini söyle,” diye bağırdı. Tüm suç Başar’ınmış gibi.
Pamir’in ne demek istediğini anlayamayan Orhan direksiyonu onun önüne kırdı ve yolcu koltuğuna uzanıp kapıyı açtı. Öyle bir bakış atmıştı ki, Pamir kapıyı tutup arabanın içine doğru eğildi.
“Bu bir seri cinayet ve tek kanıt o dallardı. Böyle bir aptallığı nasıl yaparlar?! Şimdi katilin yeni bir cinayet işlemesini beklemek zorundayız!”
Başını iki yana sallayarak iç çekti Orhan. Pamir’e inanıyordu ama otopsi raporlarına da inanıyordu. Bu yüzden yorum yapmadan başıyla arabayı işaret etti.
Pamir, Orhan’ın ona inanmadığının farkındaydı. Arabaya binmek yerine konuşmaya devam etti. “Uysal’ın bileklerini görmedin mi Orhan! Kim, bileğine dal dolayıp, o izlerin olmasını ister? Nasıl bir insan aksesuar olsun diye canlı çiçek dalı dolar? Üstelik bu elli yaşında bir adamsa! Biraz mantıklı düşün!” dedikten sonra gürültülü bir şekilde arabaya bindi.
Pamir emniyete döner dönmez odasındaki dosyayı alıp, Başar’ı buldu. Dallar yüzünden oldukça sinirliydi. Başar, Başkomiserini görür görmez kendini sonuna hazırladı.
“Kimliklerin teşhis edildiğini söylemiştin, bu nasıl teşhis?” diye bağırdı Pamir.
Başar’ın, “Haklısınız Başkomiserim, fakat ben açıklama yapmaya çalışmıştım,” demesine aldırış etmeyip kimin teşhis ettiğini sordu.
Başar, “Rıza Aslanoğlu’nun küçük oğlu, İhsan Aslanoğlu,” deyip yutkundu. “Kadını tanımadığını, ilk kez gördüğünü söyledi.”
Çattığı kaşlarını düzeltmeksizin dosyayı Başar’a verdi. Aileye ait tüm fotoğrafları ve İhsan’ın adresini istedikten sonra Başar’ın yolundan çekildi, Sedat Amirin odasına doğru yürüdü.
Başar geldiği günden beri, kök söktürüyordu Pamir ona. Mithat’la aynı yaştaydı, aynı senenin mezunlarıydı ama dünkü çocuk muamelesi görüyordu. Gerçi daha gençti, 28 yaşındaydı. İyi bir polisti, üstelik Mithat’tan daha başarılıydı. Yine de Pamir ayrımcılık yapıyordu. Elbette Mithat daha eskiydi ekipte ama bu onun ayrı tutulmasını gerektirmiyordu. Fakat hemen bugün tayini çıksa, başka ekibe yollansa gitmezdi. Olmayı istediği ekip buydu. Kızsa dahi, Pamir’e olan bağlılığını inkar edemezdi. Üstelik kalbi burada atıyordu, tam da şuan baktığı yerde.
“Başkomiserim canına okumuş yine,” dedi Begüm, gülümsemesini bastırmaya çalışarak.
“Adam haklı, eksik bilgi oldu mu tahammül edemiyor.”
Ekibe katıldığı günden beri Begüm, kalbi yerinden sökülüyordu Başar’ın. Adeta birbirleri için yaratılmışlardı. İkisinin de ailesi memleketlerindeydi, üstelik adlarının baş harfi gibi, memleketlerinin baş harfi de aynıydı. Başar Muğlalı, Begüm Mersinliydi. İkisi de üniversite zamanında İstanbul’a gelmişti. Begüm üç kız arkadaşıyla aynı evde yaşıyordu. Başar da üniversitedeki sınıf arkadaşıyla beraber kalıyordu.
Begüm zayıf bir kızdı. Başar da kilolu değildi. Boyları neredeyse aynıydı. Koyu kahverengi, ince, uzun saçları vardı Begüm’ün; kirpikleri de ince ve uzundu. Başar’ın saçı da koyu kahverengiydi, kirpikleri gürdü. Yan yana durduklarında pek bir yakışırlardı birbirlerine. İkisinin cildi de bebek gibiydi. Yaşlarını göstermiyorlardı. Bu yüzden Başar, Mithat’ın yanında yeni yetme gibi duruyordu ya zaten!
Mithat yaşından büyük duruyordu, kimse otuzun altında olduğuna inanmıyordu: Açık kahverengi saçı sık, gözleri solmuş yaprak gibiydi; elleri büyük, bacakları kalındı, kilosu yoktu ama zayıfta değildi. Kendine bakıyordu Mithat. Omuzları dardı. Hazır Mithat’tan bahsetmişken: Babası tır şoförüydü. Bir gece çalan telefonla yatağından fırlamış, oyuncak ayısını annesinin yanına bırakıp telefona koşmuştu. O zamanlar dört yaşındaydı ama o geceyi hala hatırlıyordu. Telefondaki soğuk ses, babasının kaza yaptığını söylüyordu. Tır devrilmiş ve babası kurtarılamamıştı. Ölümün ne olduğunu bilecek yaşta değildi, o yüzden telefondaki adama, “Bir dakika” deyip, ablasının yatağına koşmuştu. “Uyan Celvi, alodaki polic, babamı gurtaramadını cölüyo,” diyerek, on yaşındaki ablasını çekiştirmişti.
Selvi gözlerini ovuşturarak kalkmış, kardeşinin korku dolu yüzüne bakmıştı. “Çişin mi geldi?”
“Iı ıhıh. Aloda bi polic va, galiba babam ceza alıcak.”
Mithat’ı itip fırladı Selvi, telefona koştu. Telefonu kapattığında Mithat gibi sağlam duramadı. Telefonu ahizeye koydu ve yüzünü ellerinin arasına alıp hıçkırmaya başladı. Ona gözlerini kırpıştırarak bakan Mithat, babasının sadece ceza almayacağını anlamış ama sesini çıkarmamıştı. Ablasının tam karşısına oturup, sessizce onu seyretmişti. Selvi’nin sesi, annesini uyandırmıştı. Kadıncağız haberi bu şekilde alınca, nasıl ayakta kalacağını şaşırdı. Çocuklarını korkutmak istemiyordu ama kocası ölmüştü, kolay mıydı? Yinede ayakta durdu. İki çocuğunun elinden tutup, babalarını son kez görsünler diye, olay yerine götürdü. İşte o gece Mithat, büyüdüğünde polis olmaya karar verdi.
Olay yerine vardıklarında Selvi, babasını görünce bayılmıştı. Selvi’yle, telefonda konuştukları polis, bir baba gibi ilgilenmişti. Adamı ses tonundan hemen tanımıştı Mithat, seslere karşı zaafı vardı, bir kere duyduğu sesi, yıllar sonra dahi olsa tanırdı. Babasının cansız bedenine bakmak yerine, polislerin onlara nasıl davrandığını izlemişti. Zira babasını bir daha göremeyecekse, kanlı hatırlamak değil, kollarını gülerken açtığı haliyle hatırlamak istiyordu.
Ev hanımı olan annesi, o günden sonra evlere temizliğe gitmeye başladı. Annesinin başka evlere gidip temizlik yapmasından nefret ediyordu Mithat. Bir an önce büyümeye baktı, bir yandan ders çalıştı, bir yandan büyüdü.
Selvi ise ana okul öğretmeni oldu. Evlendi, iki de çocuğu oldu. İkinci çocuğuna hamileyken, anneleri hastalandı. Birkaç hafta hastanede yattı, tedavi gördü ama fazla direnemedi. Annesinin ölümü sırasında Selvi elini tutuyordu, birden canı çekilince annesinin; suyu patladı, apar topar doğuma alındı. İkinci çocuğu yedi aylıkken, annesinin öldüğü gün dünyaya geldi. Bu yüzden ona annesinin adını verdi, ona Neşe dedi.
Annesinin ölümünden sonra tek odalı bir eve geçti Mithat. Hayatı işinden ibaret olmuştu. Kadınlar mı? Onlar, annesinin ölümünden sonra tek tesellisiydi. Çapkındı, kadınlar konusunda ansiklopedi yazabilirdi. Ama sınırını hep korudu. Hiçbirine evlenecek kadar bağlanmadı, en uzun ilişkisi üç ay sürmüştü.
Bir de ekibin beyni, İnci vardı. Uzun boylu, belirgin hatlıydı. Mavi gözleri çekik, grimsi saçları küt kesimdi. İnce yüzü yuvarlaksıydı. Bacakları ve beli incecikti. Gerdanı ve kolları uzundu. Pamir’den kısa süre sonra ekibe atanmıştı. Bilgisayarın başında oturur, araştırmaları yapar, telefon konuşmalarını dinlerdi. Sadece on saniyede, tüm ekibe gerekli bütün bilgileri verme hızına sahipti. Fulya’yla düğünde tanışmışlar, hemen kaynaşmışlardı.
Fulya’yla Pamir evlendikten yaklaşık bir sene sonra İnci’nin düğünü oldu. Fulya, İnci’yle beraber koşturmuş, düğün fotoğraflarını çekmişti. Kısa sürede aralarından su sızmayacak kadar yakınlaşmışlardı. Aralarında bir yaş vardı. İnci, Fulya’dan tam on üç ay küçüktü.
İnci’nin kocası Aktan bankacıydı. Çalıştığı banka soyulmuş, rehinelerden biri öldürülmüştü. O olay sırası tanışmıştı ikisi. Aktan’ın ifadesini İnci almıştı. Aralarında tuhaf bir çekim olmuş, olaydan sonra, bir lokantanın lavabosunun önünde çarpışmışlardı. Yemek sonrası özür dilemek için kahve ısmarlamıştı Aktan. Bu sayede ilişkilerinin temeli atılmıştı.
Ekibin tamamı yedi kişiydi. Bir de iş dışındaki büyük aile yaşantıları vardı. Onun temelini de Fulya atmıştı.